sana anlatmayacağım,
uykusuz gecelerin duvara dönmüş yüzünü.
üzerinde ne bir tek tel saç
ve ne bir damla ter düşmüş,
yastığın gözyaşlarını.
okunmamaya yeminli sanki bir ağır kitap
pencereyi açalım,
poligonumuzda gece yarısını
vururken saatlerimiz.
ay ışığını salıvermiş olsun yeryüzüne
bir körfezin gölgesinde
dinlensin diye.
gün oldu.,
indik sığındığımız yıldızlardan
yeryüzüne.
gölgelerimiz;
güneşi göremeyecek kadar
karanlık
yüreğimden bütün betonları söküp attım.
çimentolar bir tarafa, demirler öte.
götürüp hepsini hurdacıya sattım.
karşılığında bir tutam mor aldım.
sümbüllerime verdim.
nasıl koktu bilseniz odamın içi
“yarın çok yakın işte gene geldi kondu omzumuza.
ama öbür gün ve daha öbür gün bu kadar yakın değil.”
yaşam bu kadar açlık çekerken
gözlerinin önünde,
senin karnının doyması mümkün mü
O zamanların bile eski, hele sanırım şimdilerin çoktan dumanı tüten okul binasının kapısından teyzemin eline sımsıkı sarılarak içeri ürkerek girdiğim andan itibaren;
Bana, Ali’nin Ayşe’nin ona attığı topu tutmasını anlatan harflerin kuyruklarının satır çizgisi dışına taşmasının adam olamayacağımın göstergesi olduğunu anlatmak için saçına düşmüş akların yanına düzinelerce ak ilave eden Sıdıka Polat’ın,
Bana, artık üçüncü sınıfa geldin hala sınıfta konuşulmaması gerektiğini öğrenemedin aç elini bakayım diyerek avuç içime tahta cetvelle acıtmaktan korkarcasına “masuscuktan” üç kere vuran Türkan Eryılmaz’ın,
500 - Sayfa Görüntülenemiyor
Oluşan bir hata nedeniyle sayfa şu anda görüntülenemiyor.
Lütfen bir kaç dakika sonra yeniden deneyiniz.
Antoloji.Com teknik birimine, bu hata ile ilgili bilgilendirme mesajı gönderilmiştir.
*****
Toplum; yüzmesini bile bilmeden kendi denizlerini kendisi mi yaratır. Yada konuşmasını öğrenemeden hangi nefesini üflerse, esen rüzgar onun adını mı alır. Toplumlar bu kadar egemen midir yani yeryüzünün atlaslarında çizilmiş kalın kırmızı sınır çizgilerinin içinde. Ağırlıklı ve birazda sonradan ve tesadüfen edinilme yazılı kimliklerin talimatı ile dalgalandırılan denizler, koparılan fırtınalar ne kadar gerçektir bıraktığı onca olumlu yada olumsuz izlere rağmen.
Benim annem koşulların biletini kestiği bir başka coğrafyanın treninde, bir başka gişeden alınmış bileti ile seyahat eden babam ile karşılaşmış olsaydı kompartımanda. Hani o göz göze gelmenin dayanılmaz okları yüreklerine saplanıverseydi. Ben bugün hangi yazılı kimlikle karalıyor olacaktım bu satırları sizlere. Sanırım ki eğer varsa içimde sadece insan olmanın erdemli tarafından ve ortak yazı dilini bilebildiğimiz kadar bir yerlerinden tutarak karşınızda olacaktım. “Hayır öyle olmazdı, ben bu kimliklerden başkasını asla taşıyamazdım” diyen bir arkadaşımız varsa ona söylenecek bir lafımız elbette olamaz. Çünkü onu zaten karşımızda laf söylemek/anlatmak için bulamayız. Belki şu anda bir karanlık köşede, elden giden vatanı nasıl geri döndüreceğinin hesabında yada her tarafından zincire vurulmuş inançlarının kilitlerini açma uğraşı içinde birilerinin ensesine kurşun sıkma yada kör bıçakla boğazlarını kesme oyunları içindedir yada izleyicisidir. Belki de önüne görünmeyen/görünen eller tarafından konulan bu bulmacanın içine harf yerleştirme hesabındadır. Ki görüyoruz son zamanlarda, kimileri ellerindeki kapalı zarfla genelkurmay’ın demir parmaklıklarını güpegündüz aşmaya çalışıyorken bir diğeri belindeki silahla güvenlik görevlilerine öldüreceği kişinin adresini sormaya kalkıyor. Ne yapıyorlar, vatanı kurtarıyorlar, dinin elden gitmesini önlemeye çalışıyorlar. Çünkü hiç kimse bu 20’li yaşlarını baba parası ile sürdürmekte olan gençler kadar ne Türk ve nede Müslüman olamadıklarından iş bunlara kalıyor. Eğer hal böyle ise yapacak hiçbir şey yoktur, oturup iki göz-iki çeşme ağlamaktan başka.
Çünkü iş cinnet çarşısında alışveriş tezgahları oluşturmaya kadar ayağa dökülmüş demektir. Elbet bu tezgahları oralara kurduran bir takım örgütler, bir takım başka ve kin dolu yerli-yabancı odakların varlığından söz edilecektir. Buda inkar edilmez ama gerçekten “büyük devletlerin” yönetimleri bu tür tezgahların kurulmasına asla izin vermezler. Yapabiliyor muyuz kötü dikişli bayrak imalatçılarının diktiği bayrakları meydanlarda yakarak aklımıza esen bütün küfürleri sıraladığımız ABD’ye, İsrail’e ve onların düzenlerine karşı bir oyun. Eminönü meydanında çorap, ayakkabı satanları kovalayan kolluk kuvvetleri yönetimlerinden çok daha farklı ve ciddi boyutludur bu iş. Hoş onu da ne kadar becerebildiğimiz şüpheli ya.
delibuçuk bir tutkuydu, anlamsızdı ve sarhoşluktu
gözlerimde her sabah bir çiçek ağacı gibi dallanır,
renkleri hangi duvarıma düşerse orada açardı
beyaz kolalı yaka ve siyah önlüğe benziyordum.
sanki öyle doğmuştum ve aynı şekilde ölecektim.
karnemde yazılı bütün notlar hep on’dan yukarıydı
Büyük Atatürk’ün ülkemizin çocuklarına armağan ettiği ve çocuk bayramı olarak kutlanmasını istediği 23 Nisan’ ı “dünya da ilk kez ve hala tek” yaklaşık elli sene önce ben de bugünkü çocukların kutladığı gibi kutlamıştım, üç yaş aşağı-beş yaş yukarı yaşıtlarımla birlikte. Belki o günlerde içimize dolan neşenin daha farklı bir mayası vardı ama neşeydi sonuçta.
Bulvarlar, geniş vitrinli mağazalar, bugünküler gibi rengarenk ışıklar saçmıyordu. Sokaklar 60 vatlık Edison ampullerle, caddeler direklere karşılıklı dizilmiş flouresant lambalarla ancak bir adım önümüzü görebileceğimiz kadar ışıklandırılıyordu. Gene de bugünlerden çok daha aydınlıktı geceler.
Ve gene o zamanlar bulvar boyu iki sıralı ağaçlarda mevsimine göre kuş cıvıltılarından başka ses duyulmaz, üstümüze-başımıza sıçramasından korktuğumuz tek pislikte sadece bu kuşların def-i hacetleri olurdu. O güne kadar geçen zaman başka pislik üretmeye yetmeyecek kadar da kısa değildi üstelik ama bugünlerden çok daha berrak doğuyordu güneş. Balçıklı eller güneşi sıvama işine bugünlerde olduğu gibi soyunmamışlardı henüz.
Bugün hala gözümün önündedir, böylesi bir bayram coşkususun yaşandığı gecelerden birinde şık tuvaletleri ile bayanların, smokinli baylar tarafından davet edildiği açık hava dans pistinin ortasında günün moda danslarının ahengiyle ve orkestra eşliğinde yaptıkları dansın çizgileri. Eldivenli garsonların zarif hareketlerle doldurdukları kadehlerdeki kırmızı şarabın kokusunun da burnumda hala tütmekte olduğu gibi. O günlerde deklanşöre basıldığı zaman ortaya, kimilerimizin şekil olarak hoşuna gitmese de sıradan yaşamlar içinden bile işte böylesine güzel fotoğraflar çıkabiliyordu.




-
Nur Tuna
-
Ertuğrul Söyünmez
-
Gülin Su
Tüm YorumlarNe kadar ben...ne kadar yürek...ne kadar yaşam dolu şiirlerinz...yüreğinize kaleminize hayran oldum şiir dostu...yaşanmışlığın her köşesinde duygularınız aksın bir ömür...selam ve saygımla
sen çok seviyorum Cevat çeştepe
şirlerinide
özledim seni geleceğim elini öpmeye
iyiki varsın hocam
...sevdiklerimizden ve okuduğumuz kitaplardan değildi uğradığımız ihanetler...duvarlarımızdaki yaralar sevgisi tutsak olanların ve düşüncesi korkakların ihanetlerinin izdüşümüydü...
....yaşam çizgisinin iki ucu arasında bir merdiven çıkar ya da ineriz...doğuma veya ölüme doğru..etrafımıza ördü ...