Aynur Uluç Şiirleri - Şair Aynur Uluç

Aynur Uluç

Tiryak dizili raflar misâli ömrümde aşklar

Tiryakisi olduğum iksir içinde
Bir imbik, sevgili gölgesi

Damıttıkça çoğalan

Devamını Oku
Aynur Uluç

rüzgârla uyan…
uyan ılık gül gibi, yaprak gibi uykumdan
girmeden ellerinin altından yeraltına
sinmeden kokunun gölgesi tenimin en içinden
geçmeden böceklere tohumunun selleri
soğumadan sesim ağzımın kenarında

Devamını Oku
Aynur Uluç

Zaman zaman gezi yazıları kaleme alıyorum; kimi zaman gezi esnasında, kimi zaman da çok eskilerde yaptığım bir geziyi anımsayarak. Bunu niçin yaptığımı sordum kendime. Bir bakıma gezi yazılarımın felsefesini yerine oturtmak istedim, kendi gözümde. Gezdiğim yerlere ilişkin yazdığım yazılarda kullandığım dil sebebiyle bu yazılarımın anı türü ile bir akrabalık bağı olabileceğini düşündüm. Bu yazılarda dili kendi hikâyem üzerinden anlatarak kurmak, bilerek yaptığım bir şey ancak amacım, elbette anılarımı yazmak değil. Anıları yazarken geçmişte yaşananlar, yeniden yaratılır. Anı yazıları, yaşamak dediğimiz geçmiş zamanlar iskeletine yeniden beden giydirmeye kalkışarak kaleme alınır da diyebilirim. Bu bakımdan anı yazılarında içten içten kendisini zorlayan “ aslında nasıl yaşanmalı kurgusu”, yaşananın gerçekte nasıl gerçekleştiğini örtebilir gibi gelir bana. Teori- pratik sonsuz döngüsünün ise, gezmekle, yeni mekânlarda bilinci yeniden bilemekle tam bir ilgisinin bulunması gerekir. İçinde yazanın hikâyesinin de yer aldığı gezi yazıları, hatıraya dayalı hayat hikâyelerinin felsefe tütsülü atmosferine göre, daha somutun içinden süzülür gelir. Böyle olunca da yazısında yazarın kendisiyle ilgili ayrıntılardan çok, oraların kendisinde bıraktığı oluşumlar ortaya çıkar. Ben de sanırım bu nedenle böyle bir dili tercih ediyorum. Çünkü bana göre bir yeri anlatmak için, o yerin insan’a nasıl değdiğine bakmak gerekir öncelikle. Ve bu anlamda kendimden başka malzeme yok elimde. Kendimden ve geziyi birebir paylaştığım ekibimden. Ve biliyorum ki; her birimiz, içinde bulunduğumuz toplumun küçük yansımaları olduğumuza göre; bir yere dair içimizde oluşan duygular ve çağrışımlar, kişisel gibi görünse de toplumsaldır aslında. Bunun yanı sıra yazdıklarım, sadece rehberlik özelliği taşıyan yazılar olsun da istemiyorum. Buradan düşünürken “gezi edebiyatı” kavramına geçiyor beynim. Gezi aktarımları, birbirinden çok farklı yayın organlarında kendisine yer bulabilecek geniş bir konu çünkü. Gazeteler, gezi dergileri, edebiyat dergileri, kültür-sanat dergileri ve yaşamımıza gittikçe daha fazla kaynaşan internet ortamı gibi geniş bir yelpazede ulaşıyor bize bu yazılar. Böyle olunca her birisinin kendi amacına uyacak şekilde öncelediği içerik farklı oluyor; bu yazıları sunma şeklindeki olanaklar da öyle.

Rehberlik amaçlı yazılarla gezi edebiyatı kapsamına giren yazıları birbirinden nasıl ayıracağız peki, gibi bir soru geliyor aklıma bu noktada. Bugünün gezi yazıları, ne kadar edebiyatın içinde yer alıyor? Burada sadece kısa süreli yer değiştirenlerin yazılarını merceğe alarak düşündüğümü söylemeliyim. Bu yer değiştirmeler, ister bir yaşam şekli halinde peş peşe yaşanmış olsun, isterse yaşamın içine sıkışmışlığımızı yaran ara zamanlarda gerçekleşmiş olsun. Yoksa farkındayım; göç edenlerin ve ettirilenlerin kaleme aldıkları eski memleketlerini anlatan ve/veya yeni memleketlerine orada yaşayanlardan daha bir dış gözle bakanların yazıları, ya da “kaçış” diye adlandırabileceğimiz kapsama giren yazılar, konunun değinmediğim derin uzanım noktaları. Tekrar kendi düşünme aralığımdaki konuya dönecek olursam sorular, peş peşe üstüme gelmeye devam ediyor. Seyahate çıkan kişinin kendisi yanı sıra gidilen, gezilen yerlerdeki insan dokusu da bir kenara itilerek sadece oralarda yenilip içilecek, gezilip görülecek yerlerin listesini veren cümle kalabalığına mı dönüyor gittikçe bu yazılar? Yazının yanında sunulan görsel malzeme ne kadar çok ve görkemli, yazının yayımlandığı kâğıt da ne kadar parlaksa o kadar mı göz alıyor, göz dolduruyor ve o kadar mı hizmet ediyor tüketime?

Gazete veya bazı gezi dergilerinde yer alacak yazılarda o yayın organlarınca, güçlü görselliğin ve rehber niteliği taşıyan bilgilerin sıralandığı yazılar, o yöreleri hızlıca tanımak isteyen okuyucu için cazip olacaktır, düşüncesiyle bu tür formlar, daha tercih edilir bir biçim olabiliyor. Bu isteğin sebebinde gittikçe daha kısa metinler okumak hatta mümkünse okumaktansa resimlerine bakmak isteyen hız çağı okuyucusunun etkileri de düşünülebilir. Günümüzde insana, ulaşmak isteyeceği bilgiye hızlı kavuşup, hızlı yaşayıp, hızlı tüketeceği mekânlar arama zihniyetinin pompalanması ile de ilgilidir bu durum. Öte yandan şunu açmak isterim; yazılardaki görsel malzeme için gereksiz, yayımlandığı kâğıt için de önemsizdir demiyorum. İnsana her şeyin en güzeli yakışır elbette ve yazıda aktarılan duyguyu tamamlayacak olan, yazının ruhunu zamanda donduran yazı eki fotoğrafları da elbette önemli. Yazının insanda sayfaya dokunma isteğini kamçılayacak ama aynı zamanda onu yormayacak bir malzeme üzerinde sunulması da çekim yaratacak bir faktör. Ancak iyi bir yazı için yeterli değil tüm bunlar. Gidilen yerdeki insan-mekân-zaman yakınlaşmasının sahici bir şekilde okuyucuyla paylaşıldığı yazıların insana daha derinden dokunacağı açık çünkü. Peki bu noktada ayrım yapmadaki kritik sorumuz şu olabilir mi o halde: Yazı, okuyucuyu ziyaretçi olmak yerine, turist olmaya mı çağırıyor?

Devamını Oku
Aynur Uluç

iplerden örmüştüm köprülerimi
çengel bağlamıştım ay ışığına

çekerken rengini camadanların
kırpık uçları elime geldi
dilime geldi bitmiş sözcükler

Devamını Oku
Aynur Uluç

Taşınmadan önce oturmakta olduğum evin telefon ve internet aboneliğini kapatmak için Telekom’a gittim. Tam bir saat, yukarı çık aşağı in şeklinde koşturduktan sonra dilekçeyi verip çıkmak mümkün oldu. Biraz yoruldum ama hiç değilse işi bitirdim derken, ertesi gün telefonum çaldı. Doldurduğum formda abonelik kapatma sebebim olarak “taşınma” yazdığı halde, Telekom’dan aradığını söyleyen kişi, hanımefendi, diyor, bir memnuniyetsizlik mi var? (Belli ki; son dönemde iletişim olarak sadece cep telefonu kullanmaya başlayanlar yüzünden 'kaçanları tutmakla görevli kadrosu' açılmış Telekom’da)

-Yok, dedim. Formda da belirttiğim gibi, taşındım.

-Bakın, diyor memnuniyetsizlikse sebep, kalsın kapatmayalım. Bunca yıl kullanmışsınız bu numarayı da,.........

Devamını Oku
Aynur Uluç

Dinginliğim ve fırtınam
bazen peş peşe
bazen karmakarışık
bazen iç içe
“bana böyle bak” derken ki
bakan gözlerin geldi aklıma

Devamını Oku
Aynur Uluç

Quentin Tarantino’nun şimdiye dek izlediğim her filmi ilgimi çekti. Her birisi de tek tek üzerinde düşünülmeyi gerekli kıldı benim açımdan. Mekân kullanımıyla, kurgusuyla, diyaloglarıyla, sembolleştirdiği tiplemeler ve objelerle aklımı kurcaladı sahneye yansıttıkları hep. Ancak ilk kez bir filminde Tarantino’nun dert edindiği şeyi bulmaya çalışıyorum. Bir sanat ürününde bir derdin olması belki de en önemli faktördür. Tarantino ne anlatmayı hedeflemiş Soysuzlar Çetesi’nde? İnternet sitelerinde, gazetelerde filme dair yorumları okudum. Her filminde olduğu gibi çok farklı uçlarda salınımlar var bu filmde de. Çok beğenenler, hayran olanlar yanında, uzun diyaloglardan sıkılanlar, tipik bir Tarantino göstergesi gibi duran şiddet ögesinden rahatsız olanlar, umduğu aksiyonu bulamayanlar, umduğu Brad Pitt’i bulanlar, bulamayanlar.

Filmi hiçbir ön yargı ile izlemedim. Hiçbir beklentim ve ön bilgim de yoktu işin gerçeği. Aklımda götürdüğüm tek konu, Tarantino’nun genellikle bölümler halinde konu işleyişine biçimsel bir nedenden dolayı dikkat kesileceğimdi. Bu başka bir konu başlığı, o nedenle bu konuya hiç girmeyeceğim. Ama size, ne ile ayrıldığımı söyleyeyim filmden. Onlarca soru, onlarca tespit, bu tespitlerin her birisinin yeniden doğurduğu onlarca soru yine. Soysuzlar Çetesi’nin her Tarantino filminde olduğu gibi yer yer başka öykülere, başka filmlere göndermeler yaptığını fark ettim ama bence bu yan bir konu. Ve tahmin ettiğim gibi bu göndermeleri tek tek tespit edip listeleyen eleştirmenler de olmuş. Benim çıkarken yanımda götürdüğüm sorulardan en önemlisi Hitler tiplemesiydi. Hitler neredeyse karikatürize edilmiş bir karakter olarak karşımıza çıkıyor Soysuzlar Çetesi’nde. Film boyunca göründüğü her sahnede Hitler’e dair bir duygu geliştirmiyoruz izleyici olarak. Ne nefret, ne acıma, ne korku, ne de farklı bir etkilenme. Orada tarih sahnesinde bildiğimiz işlevli karakterin niteliksizleştirilmiş sembolü gibi duruyor oyuncu. Kötü kurgu, kötü oyunculuk deyip geçeceğiniz türden bir eksiklik olarak değil ama bu söylediğim şey. Çünkü belli ki böyle olması, bilerek tercih edilmiş. Tanımadığımız figürlerde de yönetmen filmin içinde beliren bir ok işaretiyle o kişilerin ismini yazmış karelerin içine. Her bölüm başında filme yabancılaştırma ögesi olarak işlev gören bölümlendirmeler gibi bu oklar da, yabancılaştırma ögesi olduğu kadar mizah ögesi olarak da durabiliyor.

Savaş ortamında kanın kanıksandığı görüntüler eşliğinde izliyorsunuz filmi ama kalbiniz her an tetikte. Konuşma sahneleri bilerek uzayabileceği yere kadar uzayarak sabrınızı zorlamaktan ziyade, içinizde dinmeyen bir kalp ağrısı oluşturuyor. Sözde kibarlığıyla karşısındakilerle kedi fare oyunu oynarken her an şiddete sapıvereceğini hissettiğiniz dedektif Hans Landa karakterinin işini yaparken aldığı keyif, sizi koltuğunuza çiviliyor. Ancak yine de diyebilirim ki; bu filmde hiçbir karakterle özdeşleşmiyoruz izleyici olarak. Tarantino’nun tipik ögelerinden birisi olan kanlı sahneler ise Soysuzlar Çetesi’nde mutlaka yer almalıydı dedirtiyor ilk kez. Evet, tarih boyunca bu tür olaylar yaşandı ve halen bunlar yaşanıyor insanlık dramının hâkim olduğu her yerde ve aynen de böyle oluyor, diyor yönetmen. Gözünüzü kaçırmanız değil, gerçekliğini kabul edebilmek için inadına bakmanız gerekir, der gibi. Kafa derisi işte böyle doğal yüzülüyor, bir insanın kafası sopayla böyle acımasızca eziliveriyor, diyor. Ve bunu yapanlar o anda Nazilere karşı savaşan Soysuzlar Çetesi’nin üyeleri. Her zaman şiddet görmesiyle hafızanızda yerini almış Yahudileri görüyorsunuz başka bir boyutta. Ama gördüğünüzün Yahudiler olduğu noktasında takılıp kalmamanız için bilerek içlerine yerleştirilmiş bir Alman askeri de var aralarında. Kimliklerden bağımsız olarak düşününce şiddetin karşı şiddeti nasıl doğurduğu aklınıza hücum ediyor. Elbette Nazilere karşısınız siz de o anda. Tarihsel bilginiz sizi o noktada tutarak buluşmuşsunuz zaten o anda, filmle. Ezilen olmanın dayanılmazlığının insanlığı nasıl ezen bir şeye de dönüşebileceğini her boyutuyla görüyorsunuz. Yönetmen, film başlarken kullandığı jenerik müziği ile sizi gerçek kurgunun dışında bir yere taşıyacağının ip ucunu verir gibi zaten. Tarantino filmlerinde genellikle izlediğimizin bir çizgi film olduğu gibi bir duyguya kapılırız. Soysuzlar Çetesi’nde bu özellik çok belirgin. Karakterlerle özdeşleşmeyince, dramatik kurguya kapılıp gitmiyoruz ve dikkat gözümüz hep açık kalıyor. Fark ediyoruz ki; filmde tek kahramanlık yapan kişi (Başına gelecekleri bildiği halde arkadaşlarının yerini söylemeyen Alman çavuş) feci şekilde dövülerek öldürülürken, yüzlerce Yahudi’nin ve Alman’ın ölümünden sorumlu bir kişi ödüllendirilebiliyor.

Devamını Oku
Aynur Uluç

– an’ların damakta ezildiği kocamanlaşan zaman-

bir şiir yazılabilir şimdi
içi dışını aşan
çerçevesi kırık bir şiir

Devamını Oku
Aynur Uluç

Birbirinin aynı pek çok derginin raflarda boy gösterdiği bir ortamda farklı ve işini layıkıyla yapmayı hedef edindiğine inandığım ve ilk sayısıyla da buna tanık olduğum bir dergiyi sizlerle paylaşmak; bu anlamda da dergi tanıtımını birinci ağızdan size sunmak istedim.

İyi okumalar.

Aynur Özbek Uluç

Devamını Oku
Aynur Uluç

Dördüncü sayısıyla çiçeği burnunda Yeniyazı Dergisi’nin Ocak Şubat sayısı, bugünlerde elimde, vapur arkadaşım...

Derginin Atölye ismi verilen bölümünde her sayıda belli bir tema, işleniyor. Bu sayıda atölye konusu olarak seçilen Böcek teması, bence ilginç bir seçim. Konunun ne olduğunu okuduğumda Kafkanın böceğinden hareketle olduğunu düşünmüştüm hemen. İlgili yazıların içinde tam da bu konuyu ele alan Nurdan Gürbilekin imzasını da görünce o yazıyı en sona bırakmaya karar verdim. Atölye yazılarını okumaya başlamadan önce, okuyacaklarım keşke böceğin gerçek figürü üzerinden kurulmuş olmasa da, bu küçük canlıların insanla etkileşimi çizgisinde ve böceğin insan imgeleminde barındığı alana ilişkin yazılar okusam diye içimden geçti. Sonra Kafkanın Kurt Wolff Yayınevine, Dönüşüm isimli kitabı için kapakta böcek resmi kullanılmaması isteğini içeren yazısını okuyunca garip bir birliktelik hissi taşıdım kendisiyle.

Atölye bölümü kapsamında okuduğum Tuncay Altınkayanın yazısı, düşündüğüm doğrultuda bir yazıydı. Böceği direk olarak anlatmaktan ziyade, kendi ruh hali içindeki yerinde birleştiriyordu böcek olgusunu. Mehmet Siyah Kalemin yazısı ise, ne yalan söyleyeyim okumakta zorlandığım ve sıkıldığım bir yazı oldu biçim olarak. Yazılırken de zorlama bir duyguyla üretildiği hissine kapıldım. Gonca Özmen böcek temasına küçük küçük değiniler yapmış. Ansiklopedi bilgisinin şair dilinden oluşturulmuş birikimi gibiydi okuduklarım. Belli ki, emek verilmiş bir çalışma. Ama insanı bir sonraki kısayı okuma konusunda heveslendirmeyen bir araştırma arşivi yazısı gibi. Doğrusu, beni şaşırtan sürpriz bir bakış yakalayamadım içerikte. Gökhan Aslanın yönetmen Ümit Elçinin Böcek isimli sinema filmine dair ince düşünülmüş dikkatli tahlilleri, severek ve ilgiyle okuduğum bir yazı oldu. Atölyenin en önemli çalışmalarından birisi olmuş. “Böcek” isimli filmi izlemem gerektiğini aklıma yazdım ve bu yorumun gerek sinemada sembol kullanımı, gerekse filme dair gözlemlerinin değeri bakımından saklanası bir yazı olduğunu düşünüyorum. Yönetmenin sinemada yaptığı şey, ancak böyle iyi analiz edildiğinde anlamlı oluyor.

Devamını Oku