Aynur Uluç Şiirleri - Şair Aynur Uluç

Aynur Uluç

Bir tablo
Etime kanla çizdiğim
Sırtıma dokunan gölge
Pırnakır açmış puslu ellerim

Hasret yok içinde

Devamını Oku
Aynur Uluç

Ağlamaktan kabardı gözlerim
Yüreğim kabarmayı çizdi taşmaktan

Taşarak geldim ki, sana ulaşırım
Ulaşmayı rüyanda gör diyen bakışın

Devamını Oku
Aynur Uluç

ateşin şiire aktığı yerde
şiirin tuvali
yaktığı yerdeydi düğüm

Devamını Oku
Aynur Uluç

PARMAKLARIM KALEMDE


Bilgisayar başında yazmak kolay elbette. Karanlıkta, üstelik de kollarını doğru dürüst kullanamıyorken yazabilmekte iş. Kollarını kullanamamak da ne demek, dediğini duyar gibiyim. Yanımda etleri üzerime fışkırmış kocaman ki kocaman bir kadın var, desem anlatır mı halimi bilmem? Bir de ayağımın dibinde yatan, yedi yaşlarında bir kız çocuğu. Bense, otobüste pencere ve kadın arasına sıkışmış ve burada adeta koltukla bütünleşmiş gibiyim. Aksi gibi, kâğıt üzerinde yazmak için kullandığım bölüme de elimin gölgesi vuruyor. Kontrolsüz bir şekilde çıkıp ortalığa yayılan uyku seslerindense hiç söz etmesem daha iyi. Çok uzun yıllar olmuştu tek başına yolculuk yapmayalı. Bundan olsa gerek, bu akşam yola çıkmadan önce içimde çok garip bir duygu vardı. Nasıl desem; garip bir şeydi işte. Yola çıkmadan önce senden o güzel cümleyi hediye alana dek sürdü bu garip hâl: “ Yolun, gecenin içinde ışık olsun.” Cümle o kadar güzeldi ki, aklıma sihir değmiş gibi rahatladım birden. Şimdi, kollarım bu taşkın kadının etleri altında uyuşmuş bir şekilde olduğu halde yazmaya çalışırken bile kendimi karanlıkta ışık taşıyor gibi hissediyorum; sırf, sözü edilen yolda olduğum için.
Bir ara kardeşlerimle karşılaşmış olmalıyız bir yerlerde. Onlar da bu gece, köyden İstanbul’a dönüyor olmalılar. Birbirine hangi anda ve ne kadar yakınlaştığını bilemediğin yakınlıklar. Gecenin herhangi bir anında, yolun herhangi bir kilometresinde iki farklı otobüsün içinde ters yönlerde birbirimizden habersiz geçip gideceğiz. Ya da biraz önce gerçekleştirdik bile bu karşılaşmayı. Kim bilebilir?
Biliyor musun, otobüste o kadar çok kadın ve çocuk var ki. Muavin bir ara geçerken bana, “Tek çocuksuz kadın sizsiniz” dedi. Allahtan ki gemide değiliz. Filika yetmezdi valla, maazallah otobüs devrilmeye kalksa. Şu an Anadolu topraklarında nerelerdeyiz bilmiyorum, ama hoş bir görüntünün oluşmaya başladığını söyleyebilirim dışarıda. Değmeyin keyf……… Bu cümlenin yarısında durduğumu söylemeliyim. Yazacak olduğum sözcükten utandım. Ama sana karşı değil, öncelikle kendime karşı bu utanç. Cenaze sonrası köyüne giden biri olarak keyif alıyor olmak. Hele içinde bulunduğum durumda ve tam da yazı yazan sağ koluma yapılmış basınç altında bundan söz etmekse teknik olarak da başlı başına hayli ilginç zaten.

Devamını Oku
Aynur Uluç

Bir adam geçti ocağımdan.Eski bir sevgiliyle hasret giderir gibi günlerime asıldı şiirleri. Dudaklar, kollar, saçlar doluştu kulağıma. Kendime ziyafet çektim usul usul dizelerinde. Ölüm yıldönümü olduğundan mıdır; ocak ayında onu düşündüm bolca.

“Şimdi sen kalkıp gidiyorsun
Git
Gözlerin durur mu, onlar da gidiyorlar
Gitsinler

Devamını Oku
Aynur Uluç

kömür madeninde bir kadın

erkekler de korkar mı?

Şimdiye kadar yaşananlardan çıkan istatistiklere göre deprem gibi felâketlerde kurtarılmaların yüzde doksan beşi mahalle sakinleri tarafından gerçekleştiriliyor. Başka bir yerden yardım gelene kadar en yakındaki komşu koşuyor imdada. O yüzden toplum genelinde düşündüğümüzde tek bir kişinin bilgilenmesinin bile hayati önemi var. Benim de bu konuda gerekli bilgileri edineceğim bir eğitim programına katılma sebebim buydu. İstanbul’da süren eğitimin son kademesi, Zonguldak’ta teorik ve pratik bölümün iç içe olacağı haftaydı.

Devamını Oku
Aynur Uluç

Şimdiye kadar yaşananlardan çıkan istatistiklere göre deprem gibi felaketlerde kurtarılmaların yüzde doksan beşi mahalle sakinleri tarafından gerçekleştiriliyor. Başka bir yerden yardım gelene kadar en yakındaki komşu koşuyor imdada. O yüzden toplum genelinde düşündüğümüzde tek bir kişinin bilgilenmesinin bile hayati önemi var. Benim de bu tür bilgiler edineceğim bir eğitim programına katılma sebebim buydu. İstanbul’da süren eğitimin son kademesi, Zonguldak’ta teorik ve pratik bölümün iç içe olacağı haftaydı.
Gece saat 01.00 gibi sözleştiğimiz üzere, Ankara yolundaki Küçükyalı durağına gidip beklemeye başladım. Gelen minibüse bindiğimde içerisi oldukça karanlıktı. Gözlerim karanlığa alışır alışmaz ekipten kimler katılmış diye seçmeye çalıştığımda aralarında hiç kadın olmadığını fark ettim. Olsun, bu sebeple pilavdan dönecek halim yok. Minibüs de zaten çoktan yola koyulmuş durumda. İstanbul’daki eğitime katılanlardan sadece bir kişiyi yakın tanıyordum. Birlikte gideriz diye konuşmuştuk eğitime katılma kararı verdiğimizde. Dolayısıyla şimdi de ilk iş olarak Ronin’i aradı gözlerim aralarında. Nerede olduğunu sorduğumdaysa, onun bir iki gün içinde bize katılacağını öğrendim. Neyse ki Ronin'in arkadaşı olması bakımından Barış'ı biraz tanıyordum.
Giderken bir yerde çay ve ihtiyaç molası verildi. Yol kenarında kurulmuş küçük bir oda gibi duran bu yerde herkes bir şeyler atıştırırken ben karanlıkta tuvalete nasıl ve ne şekilde gideceğimi hesaplıyordum. Tuvaletin yemek yediğimiz bölümden uzakta olduğu yetmezmiş gibi kadınlara ait bölümü de dağlara bakan taraftaydı. Barış’a lavaboya gideceğimi, bilgisi olmasını söyledim. “tamam” dedi. Orada kendi başıma kaldığımda ilk yaptığım şey, onun telefon numarasını gerekirse anında arayabilmek için çağrı listeme yerleştirmek oldu. Bu işte bir terslik vardı. Şımarık bir kadın olup ağzımı burnumu eğerek yardım isteyecek biri değildim ama öyle ıssız bir yerde tek başına tuvalete gitmem de riskliydi. Döndüğümde Barış, yemek yenen bölümün kapısında ayakta dışarıyı seyrediyordu. Çaktırmadan bir takip olayı mı? Bir terslik olsaydı görüş alanında değildim, diye düşündüm. Ama “benimle gelir misin” demedim ki giderken; “bilgin olsun” dedim. “Yok yok senle geleyim” mi diyecekti yani. Anlaşılan bu eğitim benim için düşündüğümden de zor geçecekti.
Epey dağ tepe dolaşıp Armutcuk’a ulaştığımızda bizi ağırlayacak olan TTK (Türkiye Taşkömürü Kurumu) misafirhanesini bulduk ki; köyün tam tepesinden denize hakim görüntüsüyle oldukça güzel bir yer. Hemen sıcak bir çay ikram edildi bize “hoş geldiniz”in eşliğinde. O sırada bir görevli yanıma yaklaşıp sessizce “Hanımefendi, odaların tamamını alt katta mı, yoksa üstte mi yapalım? ” deyince şimdiden o kadar erkekmişim havasına girmiş olmalıyım ki; bu soruyu niye bana sorduğunu anlayamayarak “ Ekip lideri ben değilim ki, o nasıl diyorsa öyle yapın” dedim. ”Biliyorum ama ben size soruyorum. Bir tek sizi yukarı versek olmaz. Siz nasıl rahat edecekseniz ona göre davranacağız” deyince “ Alt kat için hazırlanmışsınız zaten. Böyle iyidir” dedim. İlk anda sorun çıkaracak hâlim yok.
Hemen ilk gün teorik eğitim başladı. Maden ve çam ağaçlarından nasıl destek yapıldığı anlamına gelen “tahkimat” konusunda bilgiler verildi. Notlar tutuldu. Ertesi sabah madende havalandırma yapılacakmış. Bu nedenle bizlerin madene inmesi için koşulların uygun olacağını söylediler. Bu demektir ki; biz orasının en yoğun kömür dumanıyla sarılı halini görmeyeceğiz bile. Bana gelince; programın bünyesinde böyle bir pratik bekliyor olsam da bu kadar çabuk olacağını düşünmemiştim doğrusu. Öncesinde oraya uyum sağlama şansımın olacağını umuyordum. İçimde, kendime bile söylemesem de korkular büyüyüp küçülüyordu. Güvenlikten sorumlu maden mühendisiyle konuşmak en iyisi galiba. Ayaküstü de olsa, ikili sohbet yaratabilirsem konuyu usturubuyla açmalı. Bir baktım misafirhaneye geliyor. Doktorunu arayan hasta misâli sevindim. Ama o, beni rahatlatacağı yerde aşağıda dipsiz ve başka hiçbir yerde görülemeyecek kadar koyu bir karanlığın olduğundan söz edip ” Kendini hazırla” diye ekledi. Aşağısı gerçekten o kadar ürkünç mü; yoksa benim o telâşlı, meraklı, çekingen, kafası karışık hâlim, bir eğlence malzemesi mi oldu acaba onun için? Tanımıyorum ki, şıkları doğru değerlendirebileyim.
Yemekten sonra, köyün çıkışındaki lokâle inildi hep beraber. Yoğun sigara dumanı altında inleyen bir yer. Biraz muhabbet sonrası bizimkiler, kâğıt oynamaya başlamazlar mı…Misafirhaneye o karanlıkta kendi başıma geri dönemeyeceğime göre belli ki burada saatlerce onları bekleyeceğim. İşte kâğıt oyunlarıyla yıllarca ilgilenmemenin cezası bu. Bu durumdan nasıl kurtaracağım kendimi, diye kara kara düşünürken öğrendim ki; gelirken bize yol boyunca sürücülük yapan arkadaş, İstanbul’a geri dönmek için birazdan yola çıkacakmış. Hemen yanına gidip; “ beni de yukarı atıverin” dedim, gözlerim parlayarak. Misafirhaneye sağ salim dönmüştüm ama yanımda ne bir kitap, ne bir dergi, ne de gazete var. İstanbul’da yola çıkmadan önce telefonda sormuştum da üstelik, yanıma kitap alayım mı, diye ama; “alma akşamları hep birlikte sohbet edilecek” denmişti. Neyse bu, ilk gece daha… Moral bozmak için erken. Öğrendiğime göre; Barış ve oda arkadaşı Aydın misafirhanedelermiş o gece. Doğru ya; kâğıt ekibinde değildiler. Demek ki düşündüğüm kadar yalnız geçmeyecek akşamım. Odalarına gittim hemen, kendime arkadaş bulmanın sevinciyle. Ooo onlar kitap almışlar yanlarına ve okuyorlar. Bana da bir gazete verdiler. Okudum. Bitti. Eee artık konuya girmek gerek…

Devamını Oku
Aynur Uluç

Sabah erkenden, madenin olduğu bölümdeyiz. Arabadan henüz çıktık ki; ben baretimi arabada unuttuğumu fark edip geri dönünce ekip binaya girdi doğal olarak. Ben de mümkün olduğunca hızlı bir şekilde arabadan baretimi alıp o tarafa doğru yürüdüm, sonra. Şimdi düşünün; kömür ocaklarına inilen binanın içinde sağda solda oturmakta olan işçilerin gözünde oluşan görüntü şu:Turuncular içinde bir kadın şaşkın şaşkın etrafına bakınıyor. “Ne diye unuttumsa şu bareti... Acaba bizimkiler, hangi bölüme, ne yana gitmiş olabilirler diye anlamaya çalışırken, daha ben bir şey sormadan hâlden anlayan işçiler imdadıma yetişti. Hiç konuşmadan elleriyle gideceğim yönü işaret ederek benimki gibi turuncu tulumlu adamların gittiği yeri söylemiş oldular. Bu şekilde devam ederek bakışlarımın ve turuncu tulumumun sayesinde onların olduğu bölüme kadar geldim neyse ki. Girdiğim bölümün kapısında yazan tabelaya hızla bir göz attım: Tahlisiye yazıyor, daha önce hiç duymadığım bir sözcük.
Oradan çıkıp madene inmeye hazırlanmış bir şekilde önce işletme müdürünün odasına gittik. Kendisi bizle madenlerin özelleştirilmesi ile ilgili yorumlarını, birikimlerini paylaştı. Taşkömürlerinin yıllar boyunca Türkiye ekonomisindeki öneminden söz etti.
Konuşma bitince, madene ineceğiz ya; herkes tuvalete koştu ilk iş. Benim girebileceğim bir seçenek yok tabii. Oradaki görevli hâlden anlayıp “ Yahu beyler, sizde hiç kibarlık yok mu? ... Önce bayanlar; hepiniz dışarı..” dedi. Adam “bayanlar” dedi ama bu “lar” ekini hak edecek benden başka bir bayan yok ortada. İnanılmaz utandım. On beş erkek, homurdanarak tuvaletten geri çıktı. Ben içeri girdim ama bu kadar adam dışarıda beni bekliyor. Üzerimde de bel bölümünde özel düğümlerle bağlı uzun bir ip ve üst kısmını soyunmaktan başka çare bırakmayan bir tulum. Off Allahım. Gerçekten niye erkek değilim ki…
Deniz seviyesinden iki yüz metre yükseklikten başlıyor yolculuk. Önce giyiniyorsun. Asla ateşli bir şeyle aşağı inilemeyeceği için baret üstü lambasının aküsü kemerde taşınıyor. Kemerin diğer yarısındaki ağırlıksa bir kullanımlık hava maskesi. Alarm gelirse hemen başlığı koparıp, hortumun içini ağzınla ısırıp, burnuna tıkacını takıp üç kez üflemek gerekiyormuş ilk olarak. Böylece içindeki kimyasallar reaksiyona girip oksijen üretecek ve maskenin içine nefes alıp verirken bir yandan da koşacaksın. Sırayı şaşırmak pek iyi olmaz. Çünkü dışarıdaki hava öldürücü. Koşarken kazayla çarpılırsa kaymasın diye ağızlığı ısırmak önemli (koşulacak yerleri de sonra gördüm ya, neyse.) Bir de bu ağırlıklarla koşuluyor tabii o anda. Bu maskelerden işçilerde olup olmadığını soramadım. Alacağım cevaptan korktum sanırım. Üstelik çizmem de ayağıma göre nasıl büyük. Kadın için çizme yok ki madende. Kemerim de biraz bol aynı nedenden. Ve bol bir kemerde taşınan ağırlıklar, benim için iyice katmerli.
Büyük bir asansöre geldik. Çanlarla haberleşiliyor. Görevlilerin ayda bir kez kulak kontrolünden geçtiğini söylüyorlar. Espri mi, gerçek mi olduğunu anlayamıyorum. Çanın iki kez çalması laçka, yani aşağı; üç kez vira, yani yukarı demekmiş. Bu işaretler birden ona kadar gidiyor. Artık on numaranın ne olduğunu sormayın; alarm. Bu hesapla dokuzun da durumu pek parlak değil.
Neyse asansöre biniyoruz. Bizim ekibimiz on iki kişi. Onlarla birlikte on sekizi buluyoruz. Tüm Zonguldak, Kozlu, Armutçuk tesislerinin can güvenliğinden sorumlu maden mühendisi de yanımızda, aynı şekilde görevli doktor da. Beş yüz metreyi bir defada ineceğiz asansörle. Bu arada görevli arkadaşlar, ineceğimiz yerde kuyunun bitmediğini, iki yüz metre daha aşağıya doğru deliğin olduğunu (ki bu doğru) , çelik halatlar koparsa neler olacağını anlatan espriler yaparak bizleri rahatlatıyorlar. Onlar için nasıl bir malzemeyiz acaba o anda? Her gün alışmış bir şekilde yaptıkları bir iş, bizim için ne kadar özel. Üç dakika gibi süren iniş, düşündüğüm kadar ürkünç geçmiyor doğrusu. Sadece inildikçe kulaklarda beliren basıncı fark ediyor insan.

Devamını Oku
Aynur Uluç

Özet: Beklenen bir depreme hazırlanmak ancak bizlerin bilgilenmesi ile mümkün. Bu amaçla bir araya gelmiş insanların oluşturduğu bir gruptaki tek kadın eleman bendim. Eğitim İstanbul’da başladı. Zonguldak Armutcuk’ta devam ediyordu. Orada madene indik hep beraber. Yıkansak da gözümüzde iki gün varlığını sürdüren şey sadece sürme değildi. Yer altı şehrinin görüntüleri kazınmıştı zihnimize. Belli ki bu görüntüler çok daha uzun zaman kalacaktı girdiği yerde. Ve elbette bir yandan eğitim devam ediyordu.

EĞİTİM GÜNLERİNDE BİR KADIN- III

Madene inişten sonraki gün tamamen pratik çalışmaya ayrılmış durumda. Kocaman bir çadır kuracağız. Ve sırada enkaz çalışması var. Gerekli tüm alet edevatı kullanmayı birebir öğreneceğiz. Demir kesmek için olan o koca aleti ona hakim olarak kullanmakta çok zorlandım. Gerçekten kas gücü gerekiyor. Her bir parçası başka yere dağılmış bir sahra çadırını yap-boz oyunu çözer gibi uğraşarak kurmaksa tüm günü aldı. Önce kurup sonra sökerek parçaları tek tek tasnifleyip, ambalajladık. Olası bir depremde bunları yaşarken düşünmek bile istemiyorum bizi. Öylesine karmaşık ki şu anda bile her şey, olması gerekenden. Gün sonunda kocaman kütükleri aşağı taşımaya sıra gelince “ istersen sen bu bölüme katılma” denmesine rağmen iki üç kütük de ben taşıdım. Taşınan mesafeyi hatırlayınca şu anda nasıl yaptığıma şaşırıyorum.
Misafirhaneye dönülünce oluşan manzara hep aynı. Her gün eğitim dönüşü bizimkiler, hemen futbol maçına başlıyorlar. Bu ekipte bir de kadın var diye bir gün olsun, düşünün ya. Eğitim sonrası zamanlarda yalnız kalmaktan çok sıkıldım. Akşam da zaten program belli. Lokâlde kağıt oynama muhabbeti. Orada tanıştığım ve bize oldukça sıcak davranan bir aile var. Ulaş onların oğlu. O kadar yanımdaki her zor zamanımda, onu tanıdığıma seviniyorum. Daha önce tanımadığım bir kişinin varlığından güven almak duygusu ise oldukça hoş geliyor bana. Zaten Ulaş olmasa yanmışım. Gece bir yerden dönüşte lokâlin olduğu mevkiye gelince içeri giriveriyor bizimkiler. Görünen o ki; onlar için benim kendi başıma o karanlık ıssız yolda lokâlden misafirhaneye kadar nasıl gideceğim hiç önemli değil. Bilmiyorum kızmalı mıyım, kavga mı çıkarmalıyım bazı şeyleri anlatmak için. Bu tür ince ayrıntıların önemini düşünmek için önce bir süreliğine kadın olup, sonrasında erkek olmak lâzım belki de.

Devamını Oku
Aynur Uluç

'Şiir' konuşmak gerek
Coşa coşa
Düşe kalka
Güle ağlaya

En çok da

Devamını Oku