Aynur Uluç Şiirleri - Şair Aynur Uluç

Aynur Uluç

Sevmek, hem de öyle çok sevmek ki; dünyanın öbür ucunda olsa dahi, sevdiğinin kokusunu hissetmek. Öyle saf sevmek ki; seninle olmasa bile onun mutluluğunu istemek açıkça.`Seni seviyorum` demese de şüphe etmemek sevdiğinden, seni düşündüğünden.

İşte böylesine özel, böylesine güzel bir şey `aşk`. Bahanelere ihtiyacı yok. Kendi dışındaki dünyadan ona hazır sunulan özel günlere ihtiyaç duymaz aslında. Çünkü o zaten kendisi, karşılaştığı her şeyi kendine yontan, etrafındaki nesneleri bile sevdiğini anımsatmaya bahane kılma ihtiyacında bir yapıya sahip.

O iki kişi arasında kurulu kapalı dünyasında biriktirir, her güzelliği ve acıyı. Kavgasının tadı kendinde, sevişmesinin tadı kendinde yine. Dünyadaki bu kadar çok aşk tarifine inat, anarşist bir yapısı var öte yandan. İki kişi arasında dönen ayrı bir kurgusu, kendisine has dili.

Devamını Oku
Aynur Uluç

bir nisan yağmurunda ıslandın mı
damlalar akıp giderken yüreğinden
fısıltı çığlığın karıştı mı sularına

içindeki çocuk da baktı mı gözlerine
tuttun mu teninin doruğunda göz izini

Devamını Oku
Aynur Uluç

“Müşteri daima haklıdır.” Bu sözü bilmeyeniniz var mı? Paranın hak üzerindeki yerleşiminin güzel bir örneğidir bu söz. Ve bir gün para artık o kadar güçlenir ki, müşteri onu harcamış olsa dahi, ona satıcı haklılığı kavramını anlatmanın derdine düşülür?

Bunları neden mi düşündüm? 12 mart tarihinde ilçemde bulunan alışveriş merkezlerinden Real Market’e gittik eşimle birlikte. Alışverişimizi bitirip çıkış kapısına yaklaştığımızda yol ortalanarak yerleştirilmiş kocaman bir tanıtım dikkatimizi çekti. M1 mağazalarının birlikte düzenlediği bir hediye kampanyası varmış. Her 50 YTL lik alışveriş için bir kez dönecek olan çarkı felek.

Doğrusu hoş bir sürpriz, giderayak. Baktık, tarih tutuyor, harcama olaraksa 50 YTL yi fazla fazla geçmiş durumdayız zaten. Danışmadan öğrendiğimiz kadarı ile koridorun öbür ucundaymış.

Devamını Oku
Aynur Uluç

Bir yere giderken varacağınız yerin coşkusunu yüreğinde hissetme duygusu. Kalbinizde belli belirsiz bir heyecan. Henüz kendisine değmeden, ona dair önsezilerin bile içinizi karıştırması. İşte böylesi yoğun duygular eşliğinde gitmiştim sinemaya, anımsıyorum da. Uğur Yücel ve Türkân Şoray isimlerinin yan yana gelişlerinden mi ortaya çıkıyordu bu enerji? Filme dair çok fazla bilgi edinmemiştim özellikle. Benden önceki bakışlar, belleğimde koşullanma oluşturmasınlar istiyordum. Giderken elimdeki veriler şunlardı: Türkân Şoray, Uğur Yücel, “Hayatımın Kadınısın” isimleri. Ve fonda “aşk ”, elbette.

İlk sahneden itibaren film, sıradan olmayan bir şeye dokunduğunuz duygusunu veriyor. Balat'tan yansıyan fotoğraf karesi şıklığındaki görüntüyü takiben Türkân Şoray, hem yıllardır tanıdığımız alımıyla dolduruyor kareleri; hem de biraz sonra ne izleyeceğimize dair merak duygusunu taşıtmayı iyi biliyor. Uğur Yücel ise bakışları, duruşu ve bizi roman sayfalarında gezdirir gibi bir sesle anlatmaya başladığı öyküsüyle karşımızda. Bize dayatılan hayattan firar edebildiğimizde ancak, kendimize ulaştığımız anların tılsımında yaşayan Tayfur (Uğur Yücel) karakteri, “Firar” ismini küçük teknesine verirken sanki, bir yandan da içinin firarına hazırlıyor kendisini usulca. Yaşamdan kendisine dayanmak için bir teselli arayarak avutulan kaderine teslim oluverme ile isyanların nüvesinde duran bir iç dünyanın ipuçları, teknelerine verdiği “Firar” ile “Teselli” isimlerinde.

Uğur Yücel “Alacakaranlık” ve “Hırsız Polis” isimli dizilerin ekibinden rahat çalıştığını iyi bildiği kişilerden bir kadro oluşturmuş kendisine yine. Settar Tanrıöğen, Selim Erdoğan, Ezgi Mola o ekiplerden hatırlayacağınız simalar. Başlangıç bölümlerinde yönetmenliğini yaptığı “İkinci Bahar” dizisinde de birlikte çalıştığı Türkân Şoray ise, onun bu film için düşündüğü tek isimmiş. Bu tanıdıklıklar, tümüyle oyuncu kadrosu ile arkadaşmışsınız da, şimdi bu kişilerin başka yüzlerini izliyormuşsunuz hissi yaratıyor.

Devamını Oku
Aynur Uluç

Aynı taşta iki uç. Aynı taşın fısıldadığı muştu; duyabilirsen. Merhabayla, kör vedanın iksiri karşılaştı havada. Aynı buluta baktı, aynı vapura el salladı belki de. Öptü zamanı sesler, mevsimler ötesinden.

Tatlı bir rüzgâr esmişti başlarken. Havada renkli bir salınım vardı. Süt kadınla, yitik kahramanın şiiri bulaşmıştı taşlara. Asi kalıbına ne de çok öykü içinde öykü sığdırmıştı tılsımı.

Şimdi veda esiyor meridyeninde. Titreten aşk yelesi eskimiş. Eskimiş kırmızının hırkası. Brendi, beklemekten eprirken köhnemiş, aşkın çapraz uçları.

Devamını Oku
Aynur Uluç

parmakların saçlarımı koklarken
uçtum sonsuzluğuma
saçlarımdan
tutundu kadınlığım

katlandı ummanları

Devamını Oku
Aynur Uluç

kendini yola bırakmak

Asfaltın tenindeki beyaz kesik çizgiler, sizi tutup çekmeye başladığında direnmek zordur. Bir ucundan tuttuğunuzdaysa sizi ulaştırmayı düşündüğü yere götürmeden bırakmaz. Beni ve arkadaşlarımı bu kez Enez’e doğru savurdu. Yollarda göreceğimizi düşündüğümüz ayçiçeği tarlalarının dolgun silüeti, mevsim itibariyle rengini yitirmişti; ama belli ki bu çiçekler, haziran temmuz aylarında bir tarla dolusu güneş gibi gökyüzüne uzanıyorlardı. Köye vardığımızda çok da bakımlı olmayan evler, dükkânlar, ağzına kadar dolu kahvehanelerin görüntüsünde İç Anadolu’da bir köyde olduğumuz izlenimine kapıldık. Enez’den çıkıp Altınkum mevkiine doğru gittikçe uzun sahil boyunca inşa edilmiş ve edilmekte olan iki katlı villâların denize mesafe bıraktığını görünce rahatladık. 2004te imara açılmış olan bu yerler, yine de Ege’nin en dokunulmamış bölümlerini oluşturuyor. Villâların arka kısımda kalması ve az katlı olmasından kaynaklanan bu yatay yerleşim plânı, denizin nispeten sakin kalacağının garantisi olacak gibi görünüyor.

İstanbul’dan yola çıkacaklar için Kınalı çıkışından sonra, Tekirdağ, Keşan yönünü izleyip, son olarak Enez oklarına sapmak yeterli. Enez (antik çağlardaki adıyla Ainus) , Türkiye ve Yunanistan’ın aynı fotoğraf karesinde görülebileceği bir yer. Bütün gün denizin içinde sakin ve keyifli olmanın tadına varmak, gün sonunda güneşin ebruli bir tarlada nar çiçeğine dönüştüğü nefis bir gün batımı izlemek ve gece olduğunda elinizi uzatsanız dokunuvereceğiniz hissi uyandıran yıldızları saymak mümkün burada. Tarih itibariyle meteor yağmurlarının da olduğu gecelerden birine denk geldiğimiz için biz gerçekten şanslıydık. Gecenin karanlığında şezlonglara uzanmış kayan meteorlarla bütünleşirken içimden bir şarkı mırıldanıyordum: “Bir çapkına yangınım, her yanı bilsen ne hoş, neşesine baygınım, sarhoşum sarhoş…”

Devamını Oku
Aynur Uluç

işte, uzatıyorum kalbimi

her bir parçasını özenle kestim
elim uzdur
ezber ettim doğramayı

Devamını Oku
Aynur Uluç

ayaklarını kaldır!

kaldır, yüksel iyice
bulutlar ne kadar uzak

olsun, en azından yaklaşmayı dene

Devamını Oku
Aynur Uluç

Bazen yolda rastladığınız bir küçük ayrıntı heyecanınız olur, bazen aldığınız bir kitap. Geçtiğimiz hafta boyunca süren heyecanıma bir dergi sebep oldu. 2005 yılında yayın hayatına başlayan Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi’ni o zamandan bu yana ilgiyle takip ediyorum. Özellikle dosya konuları, dergiye ilgimi ayakta tutmayı başardı. Bilimkurgu edebiyatı, internetin hayatımızdaki ve edebiyattaki yeri, yeraltı edebiyatı ile ilgili dosyalarını merak ve ilgiyle okumuştum. Bu sayıdaki dosya konusu ise bende daha farklı bir coşku ve heyecan yarattı. “Minör Edebiyat” kavramı, itiraf etmeliyim ki şimdiye dek ilgilenmediğim bir konuydu. İşe kavramın içeriğini anlamak için özenli ve titiz bir çalışmayla oluşturulan sorulara bakmakla başladım. Bu bir bakış açısı oluşturabilecek ilk bilgilenmeydi. Derginin sunumu bende merak uyandırmayı başardı.

Böylece, en genel anlamıyla bireyin ait olduğu kültürden ve dilden sürgün olmasının, yersiz yurtsuzlaşmasının minör edebiyatı ortaya çıkaran temel nokta olduğunu öğrenerek okumaya başladım. Bu bilgilenme bana, Kürt Yazarlar Derneği tarafından 10 Mayıs 2010’da başlayan, üç üniversitede üç gün süren, Kürt Edebiyat Tarihi’nin izlerini süren “Edebiyat Tarihini Arıyor” etkinliğini anımsattı. Bu etkinlik sonrasında, “azınlığın! ” majör dilde yaptığı edebiyata tuttuğu büyüteç beni heyecanlandırmıştı. Dergiyi okudukça, Türkiye’de yıllardır yaşanan bu özel parantezin içinde olup biteni anlamama yarayacak ip uçlarını bulmaya başladım. Sayfaları karıştırdıkça ilgim daha da arttı. Çünkü konunun incelenmesi bizim ülkemizle sınırlı kalmıyor, Almanya’da yaşayan Türkler açısından bakıldığında Almanca karşısında minör kalan Türkçe üzerinden de, yapıtlarını Almanca yazan Prag Yahudisi Kafka üzerinden de değerlendiriliyordu.
Bu konuda önemli çalışmalar yapan Delueze ve Guattari’nin yaklaşımlarını açımlayan Çimen Erkol’un yazısı, bana dil ve insan konusunda üzerinde düşünmediğim ne çok cephe olduğunu anımsattı. Delueze ve Guattari’nin dillendirdiği şu soru belleğimde çakılı kaldı: “İnsan nasıl kendi öz dilinin göçebesi ve Çingenesi olur? ”

Erkol yazısında Türkiye’de yaşanan sürece dikkat çekerek, çalışma izni olmayan göçmenlerle, Manisa’nın Selendi ilçesinde Çingenelerin yaşadıklarıyla ilgili olayların edebiyat çevresinde pek yankılanmadığını tespit ediyor, sonra da; bu konularda “Yaşanan tartışmalar, edebiyatın koşullarını belirleyen dinamiklerin ipuçlarını barındırmalı.” diye ekliyordu.

Devamını Oku