Aynur Uluç Şiirleri - Şair Aynur Uluç

Aynur Uluç

Gitme

Kal sevgili

Kılıcı ol celladımın

Devamını Oku
Aynur Uluç

aldığım emaneti nehire salıyorum

balıklar yesin diye belki
belki başka gözlere

bir ömür taşınmayacağı için

Devamını Oku
Aynur Uluç

denizin dibinden giden geçitteyim tir
tir tir dağların paçasından yaya ritmli
kulesindeyim saat en edepsiz şehrin
her saat sırtım belim kulaklarım tir

tir tir şaha ritmli her gün yeniden

Devamını Oku
Aynur Uluç

partiküler hatıralar

Şiirlerim lir, şarkılarım tar, dudaklarımda karahöbür moru, turna tınıları kulaklarımda. Bir şehirdeyim... Dilinin altında dil tutan bir şehirde. Kulaklarım tetikte taşları dinliyorum. Her şehrin bir sesi olur, demişti bir arkadaşım. Katman katman üstünde olan bu kadim şehirde kimbilir kaç ses olur birbirinin içinde. Benim de her şehirde yeniden açılır kulaklarım ama burada pir açılıyor. Çünkü söylenileni işitmek değil, derinden duymak gerekli burada. Öyle ki, şehrin bana ilk söylediğinden değil, hiç söyleyemediğinden duymalıyım tınısının tonunu. “Zmane zkmaki*’yi duymalıyım bu şehirde. Ana karnındaki dili sökmeliyim. Elbet olmaz birden bu dediklerim, bilirim. Elbet zaman lâzım, niyet lâzım. Niyetim var ama zamanım kısıtlı. Gelişlerim şen ola, diyerek başlatmalı ziyaretleri bu diyarlara. Özel tınılarını duymak istiyorum dedim ya, bu şehir bunu hak ediyor. Ancak bir kentle kurulan ilişkide öznel nedenlerimiz de varsa yüklediğimiz anlam, içimizde taşıdığımız duygular daha bir derinden salınıyor. Yıllar önce Diyarbakır’dan Erzurum’a göçerken bizi götürecek olan otobüsü beklerken oyuna dalıp annemle babamı gözden kaybetmiştim. Bulduğumdaysa otobüse binme hazırlığı içindeydiler. Elbette onlar yerleşme işlerini bitirdikten sonra dönüp beni alacaklardı ama ben eğer onları zamanında arayıp bulamasaydım bu şehirde bilerek unutulacağımı sanmıştım yedi yaşındaki çocuk aklımla. O yüzden diyorum ki; belki de bu kadar mutsuz ayrıldığım kentte, çocukluğum boyunca minik bir anıdan büyük bir travma yaratmayı beceren belleğim karıştırmak istiyordur özel sayfalarını şimdi. Belki de hiç bilmediğim kiliselerini gezerek başlamamızda da bir keşif gizi saklıdır. O zamanlar tanışmadığım yüzünün peşindeyimdir Diyarbakır’ın belki de. Kimbilir.

Her şehrin nasıl sesi varsa, işaret ettiği bir de yara var sanki bedenimizde. Bunu belirginleştirmek için mi nedir, Diyarbakır‘a gelmemizin bir hafta öncesinde dilimin ucunda kocaman bir yara açılıyor. Öyle ki; ne yediğimden bir şey anlıyorum, ne konuştuğumdan. Her lokma önce oraya çarpıyor ağzımda çevrilmeden, ve her söz oradan kırılıyor ağzımın içinde. Dilimin ucu delinmiş sanki. Ne ilaçlar deniyorum iyodundan kortizonuna. Ama hiç birisi fayda etmiyor. Diyarbakır’a gelince dostlarıma söz ediyorum dilimin iflah olmaz yarasından. Hemen karanfil veriyorlar. Ve de sıkı bir tembih patlatıyorlar hemen arkasından; aman aman günde sekizi sakın aşma. Azı faydadır ama sayıyı aşarsan zehirlenirsin ha, diyorlar. Gün boyunca ikişer ikişer emiyorum evire çevire. Ancak sayı altı olunca kesiyorum, neme lazım. Nasıl iyi geliyormuş karanfil, dil yarasına. İçimden şöyle geçiriyorum ben de; belki de bu kadar zor değildir dillerin iyileşmesi. Karanfil basmalı belki de, dile illâ bir şey basılacaksa. Karanfiller, güller dermeli artık bu coğrafya

Devamını Oku
Aynur Uluç

Kelebekleri tut göğsümde uçan

Efsane aşkları tut

Kaçtı derken tren isini
Martının yanında vincin resmini

Devamını Oku
Aynur Uluç

Paslı sularla oynaşıyorum. Balıklar geçiyor derelerimden. Parmaklarım sızıyor, ferim yanıyor. Tel tel tarıyorum gözyaşlarımı, kabuk bağlamış yaraları kopartıyorum. Kopartıyorum yanık bağlamış naralarımı.

Ellerimi sarhoş bir balıkçıya veriyorum. Yırtık mavnasına yamalıyor boyun derimi. Gözlerimi al diyorum, nefesimi al... Al ne varsa mercanlarımı. Al ne varsa, kırmızı, sakin.

Kırmızı, sakin kopartıyor tırnaklarımı. Yüzünü çiziyor gözbebeklerim. Avuçlarım terliyor; cinayet zor iş... Nasıl da muzip gülüyor façalarım. Nasıl da kederli.

Devamını Oku
Aynur Uluç

yirminin de şimdisi, ellinin de şimdisi
demek ki doğdun bebek, bütün şimdiler senin

ah teyzem yirmi dörtlü beli de iki büklüm
tamam teyzecim tamam
şimdilerin hepsi de kurban olsunlar sana

Devamını Oku
Aynur Uluç

çıtçıtlanmış kuşa teyelli
evlerde şiirlendim
rüzgâra ilikliydim oysa
boyalı ellerimde
dinlendi sıvalarım
lir köpük

Devamını Oku
Aynur Uluç

ADI KONMUŞ BİÇİMİN OKUYUCUYA ETKİSİ

Yaratıcı drama çalışmasında kullanılan bir yöntem vardır. İki kişilik mini gruplar oluşturulur. Kişilerden biri A olur, diğeri B. Önce A hamur olur, B heykeltıraş, sonra tersi. İlk şekilde B, A’yı dilediğince yoğurur. Hamurunun kıvamının hazır olduğunu hissettiğinde ona şekil vermeye başlar.A, B’nin kendisine yaptırdığı hareketlerin bedeninde duruşuna tamamen uyum göstermek zorundadır. Başka bir deyişle kendini B’ye bırakır. A’nın kafasında B’yi yoğururken oluşan hikaye gittikçe belirginleşmeye başlar. Kendince A’ya son şekli verdiğini düşündüğünde onu o formatta bırakır. A kendisine verilmiş son durumunu sabitleyerek bir heykel gibi hareketsiz kalır. Bu çalışmayı yapan tüm ekipler heykelini bitirdiğinde çalıştırıcı teker teker heykellerin etrafında gezinir. Herhangi birinin omzuna dokunur. Dokunduğu kişi kendisinin hangi hal içinde olduğunu düşünüyorsa, ona uygun şekilde doğaçlama yaparak oynamaya başlar. “Ben şuyum ” diye değil de doğrudan o olarak. İşte bu bitirilmiş son pozisyonla, konuşmaya başlanma noktasına kadar geçen sessiz aralığa kocaman öyküler sığar.

Çok ilginçtir ki, tam bir konsantrasyon ile çalışabilmiş ekiplerde hamur konumundaki kişinin kendi vücuduna verilmiş şekle oldukça uygun olacak biçimde davrandığı görülür. Tam da kendisine yüklenen temaya ve onun yarattığı psikolojiye çok yakın bir öyküyü barındıran tutumlar sergiler. Farklı olma durumunda ise, bu o kadar önemli mi sizce? BU durumda hamurun düşüncesi mi gerçek olandır, heykeltraşınki mi, yoksa o çalışmayı izleyen çalıştırıcının gözünde canlanan öykü mü? O safhada hangi öykünün gerçek olduğuna kim karar verecek? Konuya somut olarak bakıldığında; ortada sadece netleşmiş bir beden duruşu vardır ve sonrasında söylenmiş birkaç cümle. İşte oradaki duruşlarda, gülümseyişlerde, alındaki bir çizgide, kaldırılmış bir kolun havadaki edasında şiirsellik vardır. Duruşun içinde şiir, o şiirin içinde gizli öyküler vardır. Tanımlanmamış, sınırları çizilmemiş bir aralıkta dans eder orada sanat. Bu örneği edebiyat üzerinden düşünürsek, edebi form veya belli akımlara göre beklentisini önceden belirleyen okuyucuda ürüne karşı doğal olarak oluşan ön yargı yoktur bu aralıklarda. Dolayısıyla “ Tanımla ve sıkıştır”ların daraltılmış bakışı da.

Devamını Oku
Aynur Uluç

Havada uçan iki su damlası, uzayda birbirini çekerek birleşme meyli gösterir. Uzay gemisinde giderken çekilen bu ayrıntılı sahneyle başlıyor Avatar. Altı yıl süren yolculuk uykusundan uyanan Jake Sully’nin gözünü açtığında karşısına çıkan görüntü bu. Oysa yolculuğu asıl şimdi başlıyor. Hayatla ölüm arasında seçim yapmasını zorunlu kılan bir sürecin yolculuğu. Doğal hayatla, sahip olan, yakan, yıkan, ele geçiren ölümün gücü arasında. Bir yerde doğayla dengenin uyumunu yakalamış ama kendisinden farklı canlılar, diğer yerde her türlü zenginliği sadece kendisine ait görüp oraları işgal etmekte yanlış bir taraf görmeyen bir bakış.

Aslında Son Samuray, Kurtlarla Dans gibi filmlerden alışkın olduğumuz tema, burada da biçimsel bir farkla karşımıza çıkıyor. Vahşi gösterilenleri alt etmek için düşle gerçek arası bir dilimde onların içine karışan Jake, bir süre sonra hangisinin gerçek olduğunu sorgulamaya başlar. Bir yer gelir ve açıkça gözükür ki, gerçek olan tek şey, egemen düşüncenin evrendeki her türlü zenginliği-yakıp yıkmak pahasına-kendisinin kılmaya çalıştığı ve bu anlamda da ordusunu, bilgisini, gücünü kullandığı; hatta bilimi bile bu amaçla kullanmak istediği, öte yandan bu duruma karşı doğal yaşamın -tüm canlılarıyla birlikte davranarak-kendisini koruması gerekliliğidir. Eyva olarak temsil edilen gizem, aslında hayatın dengesidir. “Eyva taraf tutmaz, sadece dengeyi korur” cümlesi zihnimizde özel bir yer tutar.

Stanislaw Lem’in Solaris’inde kendi başına organik bir canlı olarak davranan okyanus vardı. Bu filmdeyse Pandora, ağacıyla, çiçeğiyle, hayvanlarıyla orada yaşayan tüm canlıların birbirine bağlı olduğu, hatta neredeyse “tek bilinç” şeklinde davrandığı bir gezegen. Bir saldırı karşısında kendilerini savunma noktasına gelene dek, bilincin bu denli güçlü olduğunu, onun içinde yaşayan Na’viler de bilmiyordu belli ki. Onlar kendi doğallıklarında yaşarken savaşmaya ihtiyaç duymuyorlardı. O nedenle savaşçıları değil, avcıları vardı. Kendini savunmak için bile olsa savaşmak, başka bir bilgi ve taktikler toplamı. Oysa düşmanla refleks halinde değil, plânlı bir savaş yöntemiyle baş edilebilir. Savaşmayı bilmekten gelen bir askerin yöntemleri işe yarıyor ancak, bu gezegende yaşayan tüm canlıların yardımı olmadan, doğal hayatın teknolojiye karşı savaşması zor. İnsanı doğanın bir parçası olarak gören bu bütünleşme halini kaybetmememiz gerektiği teması, filmin belki de en önemli mesajı.

Devamını Oku