Yollara düşüyorum: kesilmiş kollar, kopmuş bacaklar; kan kırmızı asfalt. Taş ve sopa parçaları. Basmadan geçmeye çalışıyorum; bu benim yolum mu? Yoksa bir rüyanın içinde miyim? Yoksa tüm bunlar birer yanılsama mı? Yoksa ben görülmemesi gereken bir şeyleri mi görüyorum?
Yoksa bir öykü mü okumaya başladım; belki de bir öyküyü yazmaya başlıyorum?
Gerçek mi, yanılsama mı? Kim yanıtlayacak?
Kuşların sesiyle uyanıyorum. Serçeler oldukça özgür. Bazen bülbül sesini de ayırabilirsiniz, aralarından. Kumruların sesi de geliyor.
Yeni bir sabah, ömrümüm geçtiği rüzgârlı yaz körfezinde...
Yalnızlığıma alışmak istiyorum doğanın içinde. Yokluğun beni daha da yalnızlaştırıyor. Önceleri yalnızlığımı hem severdim; hem de yalnızlığım için kederlenirdim. Şimdi yalnızca yalnızlığıma alışmaya çalışıyorum.
Yüzünüzdeki gizemin ardına dokunmak
olanaklı mı?
Kötü bir rüya, yalnızlık
Yarım kalmış kitapları bitirdim
Tozlanmışlardı
Bir trompet eşliğinde
Her şeyden önce bir yazarın konumlanma süreci, o yazarın yazdıklarından çıkıyor. Yazdıklarından ve bir eylem alanı olarak edebiyatla olan ilişkisinden. Örneğin yönettiği yayınlardan, hazırladığı antoloji, derleme, seçki gibi yapıtlardan çıkıyor.
Acaba deneme yazınımızda bir denemeci nasıl konumlanmaktadır?
Önce kısaca denememize değinmek, belki de konumuzun kapısını açmak için gerekiyor. Tarih olarak çok fazla geriye gitmeden ama denemenin tarihi olarak bizdeki başlangıç noktasına giderek Ataç’tan başlamak istiyorum.
Cumhuriyet sonrasında, Ahmed Hâşim, Yahya Kemal, Yakup Kadri, Falih Rıfkı gibi yazarlar denemenin örneklerini vermişler ancak “Türk deneme yazını” ilk büyük temsilcisine Nurullah Ataç ile kavuşmuştur.
Ataç ile birlikte, Sadri Ertem, Sabahattin Eyuboğlu, Suat Kemal Yetkin, Ahmet Hamdi Tanpınar da denemeler yazmış. Ne var ki denemeyi âdeta bir “disiplin” hâline getiren Ataç’tır. Denemeyi türsel bağımsızlığına, özgünlüğüne kavuşturmuştur. Yani, Ataç denilince akla önce deneme gelir. Deneme denince deAtaç…
Seni mavi kentte mi bıraktım? Genç bir kızın gözlerinde yansıyan bakışlar mıydı: kent ve mavi?
Mavi kentten ve yansıyan bakışlardan uzaklarda, Körfezin ortasında hemen Cenevizlilerden kalmış bir kalenin, unutulmuş, habersiz, yıkıntıları bile kalmamış, artık bir düşkalenin yanı başındayım.
Otuz iki yazdır her yıl geldiğim doğa parçasının son yıllardaki katledilişini izliyorum. Çaresizim, ancak kendi sınırlarım içinde doğayı koruyabiliyorum. Öte yandan cinayetler gözümüzün önünde sürüyor.
havaifişekler
başının üzerindeki
lacivert derinliği aydınlatan
bedenin ışıltı
yüreğim çarpıntı
gençliğin mi
Sıfır noktasına dönüş yok biliyorum, biliyorum ama yine de zaman nedir? Görece mi? Zamanı geriye döndüremeyeceğiz, biliyoruz; peki ya anılarımız, bizde iyi kötü, çirkin güzel, hüzünlü sevinçli iz bırakan ânlar, insanlar!
Yeni bir yılın ilk günleri, Ocak başı olmalı, yalnızlık zamanının hüküm sürdüğü. Hani şöyle içinizde bazen tanımsız bir sıkıntı, bir keder duyumsarsınız, yaşarsınız; işte öyle bir şey. Akşamüstüdür, gecenin karanlığı yeryüzünde başlamıştır. İçiniz sıkıntı, dışarısı karanlıktır. Bir duble rakı koyarsınız kendinize, yalnızlığınızla baş başa içeceksinizdir. Bir iki küçük meze tabağı içinde atıştırdıklarınız. Tabii ki beyaz peynir ve maydanoz; rakının vazgeçilmez müttefikleri.
Ben de öyle yaptım o sıkıntılı akşamüstünde, ki gecenin karanlığı artık kentin üstündeydi. Sonra, bir şey dinlemeli dedim kendi kendime. O ortama uyan; ilk akla gelen tabii ki Münir Nurettin Selçuk’tu. Beni her zaman büyüleyen sesi. Sonra en sevdiğim şarkısına, beni en çok anlatan, özellikle de aşka dair duyumsadıklarımı söyleyen şarkıya geldi sıra. “Tereddüt”tü bu parçanın adı.
Arif Damar ile, ki Arif ağabeyimizdir o bizim, seksenlerin hemen başında YAZKO’lu yıllarda tanıştım. Bize (o zamanlar genç yazar, şair adayları, heveslileriydik) , rengârenk çakıl taşları, denizkabukları, denizkulakları getirirdi, dolaştığı sahillerden, kendi maviliklerinden…
Arif Damar’ın 1992 yılında yayınlanan Onarırken Kendini (Varlık yay.) adlı kitabında yer alan “Kars 1946” adlı bir şiiri vardır. Şiir daha önce mi yazılmıştır, yoksa başlığındaki gibi Arif Damar’ın o dönemdeki şiirlerinden biri midir? Yani bu kitabında mı yayınlamayı uygun görmüştür uzun yıllar sonra? Bilmiyorum. Zaten denememin konusuyla da bu durumun pek ilgisi yok.
Yok çünkü, yine özgür bir deneme ışığında inceliklerle dolu bir şiirin içinde yürümek niyetim. “Yöntem”i bir sorunsal olarak almadan, şiirin dizelerinde, anlam ve duygu yükleri, göndermeleri, imge kuruluşu üzerinde “düşünmek”, düşünce üretmeye çabalamak.
Hep bir mucizeyi bekledik.
Kimilerine göre mucize aslında olmayandır; yani olması istenendir.
Gerçek-dışıdır.
Ama bir rastlantı varsa, bazen o rastlantıyı yaşıyorsak, o zaman bir mucize de her zaman vardır.
Biz onu yaşarız yaşamayız ama vardır.
Belki başka bir rastlantıya kalmıştır.
Şili’de 39 yıl sonra adalet yerini buluyor! Şarkıcı, yönetmen, öğretim görevlisi Victor Jara’nın ölümüyle ilgili olarak suçlu bulunan 8 subay hakkında tutuklama emri çıkartıldı.* Şarkıcı, 11 Eylül 1973’teki askerî darbe sırasında binlerce kişi ile birlikte Şili Stadyumu’ndaki insanlık dışı işkenceler sonrasında vahşice öldürülmüştü.
“Halka inilmez, çıkılır” diyen Victor Jara şarkılarıyla özgürlüğün, bağımsızlığın aynı zamanda da kendi kültürünün evrensel sesi oluyordu o yıllar. Şili folkunun büyük ismi Violeta Parra’dan el almış, “Yeni Şarkı” akımının kurucularından olmuştu. Latin Amerika gibi büyük ve karmaşık kültür mozaiğinde özgün sesini bulmuştu.
Victor Jara’ya göre evlilik hem zor hem dünyanın en güzel olayıydı. İngiliz balerin eşi için “bu benim ilk ve son evliliğim” diyor; iki küçük kızına olan düşkünlüğünü de asla gizlemiyordu. Şarkıları ailesi, halkı ve ezilenler içindi; müziğin yani sanatın inceliklerini de araştırmaktan geri durmuyordu. “Şarkım özgür bir şarkıdır” demişti, 35 yaşında öldürülen sanatçı.
Darbenin ardından Şili halkıyla dayanışma başlamıştı; belki İspanya İç Savaşı’na da benzetilebilir. Siyasî mülteciler, daha çok Avrupa’ya, Fransa’ya kaçmıştı. Şilili müzik grubu Inti Illimani, o sırada yurtdışında olduğu için, dünyanın dikkatini ülkelerindeki trajediye çekebilmek için konserler veriyordu. Violeta Parra’nın müzisyen çocukları Ángel Parra ile Isabel Parra da benzer şekilde konserler veriyordu. İstanbul’a da gelmişlerdi. Şimdiki Lütfi Kırdar’ın yerindeki Spor Sergi Sarayı’nda Violeta’nın, Victor’un şarkıları söylenmişti.
Orhan Asena darbe gününü konu edinen “Şili’de Av” (1975) adlı bir oyun yazmış ve Dostlar Tiyatrosu tarafından sahnelenmişti. Oyun epeyce ilgi uyandırmıştı. 1985 yılında da bu büyük şarkıcının anısına “Özgürlük Şarkısı Victor Jara” adlı bir kitap basılmıştı. Adnan Özer’in İspanyolca’dan çevirdiği yapıt, Jara’nın yazıları, şarkı sözleri ve fotoğraflarıyla bezeliydi. Yarın Dergisi yayınlarından çıkan bu kitapla birlikte yine Victor Jara’nın şarkılarından oluşan bir de kaset yayınlanmıştı.
Gerçek bir olayın ele alındığı, darbe sırasında Amerikalı bir gazetecinin ölümünü anlatan kitaptan uyarlanan ve 1982 Altın Palmiye Ödülü’nü de alan “Missing” (Kayıp) filmindeki bir sahne durumu iyi özetler: CIA yetkilisi, öldürülmüş gazetecinin babasına, Şili’de, Birleşik Devletler’in çıkarlarının ve binlerce yatırımın olduğunu fütursuzca söyler. Victor Jara’nın da davası budur. Yalnızca Şili’nin değil, bütün Latin Amerika’nın bağımsızlığı; yani “arka bahçe”nin!
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!