İyi kötü, sevinçli hüzünlü yaz’lar vardır unutulmayan; sonbahar’lar gibi, kış’lar, ilkbahar’lar gibi. Ne hikmetse, herhalde bir tatil şarkısıdır da ondan “yaz” unutulmaz; herhalde bu yüzden “aşk”lara gebedir, unutulmaz yaz aşklarına da “unutulmaz! Şimdiki dünyada o da değişmiyor mu?
“Deprem yazı”nı insan nasıl unutabilir; ölümler, yıkım, yürek parçalanması ya da “Sıvas yazı”nı, dehşetengiz katliam!
Kişisel tarihime gelecek olursam, kırk yazdır Saros’a giderim; gençliğimin coşkusudur, o inanılmaz kumsal ve mavi deniz! Yazarlığımın besinidir, dolunay ve körfez! O yazlar ki aşklara gebedir, unutulabilir mi? Arzuyla zamanının gelmesi beklenen yaz’dır Saros! Şimdi bizim oralar, kıyı rezaleti olsa da geçmişin o doğası, dolayısıyla o doğada yaşananlar hiç unutulmaz.
Ama bir yaz var, Saros’dan kaçılan bir yaz; henüz kıyı bozulmamış, henüz kalabalık yok, üstelik yazın sonuna doğru, tenha, kimseler yok sahilde!
Her zamanki gibi kahvaltı geç yapılmış, mayo giyilmiş ve kimseciklerin olmadığı kumsala inip, ki iki adımlık yol, biraz güneşlenip, mavi denizde kulaç atmak sevinci...
Kumsala iniyorum, üç kişi sahilde güneşleniyor, sağıma doğru, bizim sitenin sınırı gibi; çevrede pek başka kimseler yok. Biri erkek, arkadaşım bizim siteden, tanıyorum, el sallıyor bana, ötekiler iki genç kadın. Yavaş yavaş yaklaşıyorum, tam seçemiyorum, miyobum ilerlemiş, zaten deniz kıyısına gözlükle inmiyorum. Yaklaştıkça seçmeye çalışıyorum, sanki anlamışım gibi bir iç tedirginliğiyle yürüyorum; iyice yaklaşıyorum onlara, iki genç kadının bana gülümsediklerini fark ediyorum ama yine de tam seçemiyorum; onları tanıdığım ân ise, kuma çakılı kalıyorum! Ne kadar çakıldım, durup baktım!
Büyük bir özlem
anlatılamayan
Uzaklardasın
Çok da yakın
Rüzgâr dudaklarını esiyor
denizden
“Sabahattin Ali Türk edebiyatının ilk inkılâpçı-gerçekçi hikâyecisi ve romancısıdır. (...)
“Sabahattin Türk nesrinde bir mektebin başıdır, başlangıcıdır. Sabahattin’in Türk nesri üzerindeki, bilhassa Türk hikâyeciliği üstündeki tesiri büyüktür, hayırlıdır. Türk edebiyatının halkçı, demokrat, emperyalizm düşmanı, toplumcu kolu, bir kelimeyle, Türk edebiyatının ilerici yazarları kendi aralarında Sabahattin Ali gibi bir yazarın bulunmasıyla onun sağlığında da övündüler, ölümünden sonra da övünüyorlar ve övünecekler...” (Nâzım Hikmet) .
Sabahattin Ali öldürüldüğü zaman henüz kırk bir yaşındaydı ve ardında önemli bir yapıt toplamı bırakmıştı. Bu, hem nicel hem de nitel olarak Türk düzyazısının ana bir damarıdır. Kuşkusuz bu damarın en önemli ve belki de onu o yapan, onun hikâyeciliğidir. Onun hikâyeciliği gerek Türk edebiyatında gerekse dünya edebiyatında yankı uyandırmış ve kürsü kazandırmıştır. Nitekim Nâzım Hikmet de o zamanlar bu gerçeği saptamıştır: “Bana öyle geliyor ki Türk hikâyeciliğinde Sabahattin Ali, sosyalist realizmin ilk habercisidir. Ve kendisinden sonra, edebiyatımızda sosyalist realizmin eserlerini yaratacak olanlar, ona çok borçlu olacaklardır.”
Ama yine de -bence- Kuyucaklı Yusuf’un yeri, onun “toplamı” içinde bambaşkadır. Bilindiği gibi bu yapıt onun 1937’de yayımlanan ilk romanıydı. Yine Nâzım Hikmet şöyle der: “... Kuyucaklı Yusuf romanı, bazı mânasız romantizm elemanları ihtiva etmesine rağmen, Türk romanı tarihinde yine bir merhale teşkil eder. Türk edebiyatında, bir kasabacığının ve kısmen köylülerin hayatı, bu kadar büyük bir kuvvetle ilk defa olarak tasvir ediliyordu. Hattâ mürteci münekkitler bile, eserin bediî kıymetini itiraf etmek mecburiyetinde kaldılar...”
Kuyucaklı Yusuf’ta Sabahattin Ali, yüzyıl başındaki Türkiye’nin genel görünümünü, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerini, bir köy-kasaba ortamında vermiş; ağalar, zenginler ve güçlüler karşısında esnaf, yoksul gibi, gerek paraca, gerekse de ‘mevki’ olarak güçsüzlerin çaresizliğini ve yenilişini; zengin sınıfların ahlaksal çöküşünü, tabii giderek Osmanlı düzeninin çöküşünü ve düzenbazlıklarını tarihsel bir bakış açısından anlatmıştır. Kuşkusuz daha önce de Yakup Kadri’ninYaban, Reşat Nuri’nin Yeşil Gece gibi köyü ve kasabayı anlatan romanlar vardır. Ama Sabahattin Ali, sosyalist gerçekçi bir çizgiye yaklaşmış, yaşamın diyalektiğini, çelişkileri kavramış ve bu bağlamda da roman gerçekliğine aktarmıştır. Yani, romanın içinde ele aldığı dönemin tipikliğini gerçekçi bir açıdan izlemiştir. Nitekim, romanın başkişisi Yusuf bunun en güzel örneğidir. Sabahattin Ali’nin Yusuf’u roman başkişisi olarak seçmesi ya da çizmesi, onu hapishanede tanımış, başına gelenleri dinlemiş olmasından değildir yalnızca. Yusuf köylüdür ve Sabahattin Ali Türk halkının tipikliği olan köylülüğü, gerçekçi bir romancı, yazar olarak özellikle tipikleştirmiştir. Evet, Sabahattin Ali’nin yaşadığı dönemde de ondan sonra da uzun dönem, köylülük Türk halkının tipik-olanıdır. Nitekim Sabahattin Ali’nin hikâyelerinin birçoğunun da köyde geçmesi, köyü ve köylüyü anlatması onun halkçı, ezilenin yanında olmasının yanı sıra, hiç kuşkusuz bu tipikliği kavramış oluşundadır.
Yusuf tipi, Türk romanının gerçekçi çizilmiş ilk ve en önemli kişiliklerinden biridir. Kanlı canlı, yaşayan, kaba çizgilerden kurtulmuş ve dünya klasiklerindeki tipik “kahraman” özelliklerini taşıyan bir başkişiliktir. Romanın en önemli yanı, yani Sabahattin Ali’nin ustalığı da buradadır.
Amin Maalouf, Türkçe’de yayınlanan son romanı Doğu’dan Uzakta’da, Lübnan’ı söz konusu ederek, siyasî göç, yurt, inanç, dostluk, yüzleşme vb. temaları tartışıyor. Daha çok cinsel arzu düzleminde yeni yaşanan ancak kıvılcımı gençlikte çakılmış bir “aşk” da yer alıyor. İç savaş, bitmesine karşın demoklesin kılıcı gibi tepelerinde! Romanda bir üçüncü tekil anlatıcı var, bir de romanın başkişisinin tuttuğu notlar (dar ve italik dizilmiş) var. Bu başkişi ki adı Adam, adının imlediği anlam/anlamlar bir yana, biraz biraz yazarın kendisini çağrıştırıyor! Ama ne kadarıyla!
Adam mı Anlatıcı?
Anlatıcı ile Adam’ın notları, birbirini izliyor; dolayısıyla iki anlatıcı ya da iki anlatım düzlemi oluyor. Ancak bir yerde ilginç bir geçiş var ve üçüncü tekil anlatıcı, aslında tarih profesörü olan romanın başkişisi Adam’dır da diyebiliriz. Anlatıcı –Albert adlı bir başka roman kişisinin intihar niyetinden söz ederken– şöyle sürdüyor:
“… Ömrünü sonlandırma niyetini açıkça ifade ettiğine göre, bu davranışı bambaşka bir mana kazanıyor, cinayet çılgınlığına karşı bir başkaldırı anlamına bürünüyordu.” [Ve hemen Adam’ın notlarıyla devam ediyor.]
Kuşkusuz öncelikle hikâyecidir Oktay Akbal ve çok genç yaşta, henüz sakalı-bıyığı doğru dürüst çıkmadan, hikâyeleri dönemin gazetelerinde yayınlanmıştır. Sait Faik’in izini sürdüğü kadar Sabahattin Ali etkisi de vardır bu ilk yapıtlarında; nitekim benim için, bu iki güçlü hikâye ırmağının birleştiği yerden çıkan bir koldur Oktay Akbal’ın hikâyeciliği. Kendi sesini bulan, lirzmle yıkanmış bir dil işçiliği ve özeniyle.
Kurucu edebiyatcıların tipik özelliğini gösteren Akbal, hikâyenin dışındaki edebî türlerde de ürün vermiş, verimli olmuş, anı, günce, deneme ve roman (belki novella demek gerek!) yazmış. İlk zamanlarındaki şiirlerini, yazarlığının yanı sıra gazeteci, köşeyazarı olarak da varlığını sürdürmüş olduğunu ekleyelim; yâni yazmayla yıkanmış yetmiş beş yıla yakın bir süredir söz konusu olan ki anlatılması, incelenmesi sayfalar sürer.
Aşklar dizelere yazılmıştı; aşklar yüzyıllardır dizelere yazılageldi.
Tüm baharlarda martı sesleri, dalgaların lodos çığılığına karıştı, kanat çırpışları aşk dizeleri oldu engin maviliğin sonsuzluğunda.
Martılar aşk sırlarımızı saklamıştı.
Dün gece seni bekledim
Zaman durmuştu
Yüzün parmaklarımın arasından kaydı
Temmuz sıcak, yüreğim sıkışıyor
Bir aşkın ilk titreşimleri mi?
yalnızlık kapısını açıyorum
sahilde iki sandalye güneşin batışını izliyor
sessiz, üstelik deniz de kimsesiz
yanımdan kalkıp gidiyorsun
bir çift göz saçlarına takılıp kalıyor
hemen ardından ayrılık gülümsemesi
Sana yazdıklarımın hiçbirini bulamıyorum, hiçbiri yok, neredeler, nasıl yitip gitmişler, niçin bulamıyorum, yırtıp atmış olabilir miyim, sanmıyorum, gerçekten hiç sanmıyorum, yoklar işte, anıların duvarlara birer fotoğraf gibi asılı olduğu evde aradım durdum, günlerce, kar tipi ben bulamıyorum, bulamadım, alıp gittin mi, hayatımdan çıkarken, girmemiştin ya... alıp gittin mi, dönmemek üzere bilmediğim bir yolculuğa çıkarken.
Tanıklık yalnız, bir Boğaz iskelesinde kaldı, tanıklık şimdi rakıların yudumlandığı bir Boğaz lokantasında kaldı, kıyı tanık, bir balıkçı teknesi tanık, martılar tanık, karabataklar ki o kıyıda çoktur, tanık, kimseye anlatılmayan, yüreğimde de yoğunluğuna yaşanan, belki sonuncusuydu sana olan aşk, sonuncu!
Kar tipi, Boğaz iyice kimsesizleşti, soğuk bir kalp gibi, yazılar yok, sana yazdıklarım, bilinçdışım mı yok etti yoksa onları, kim bilir, şimdi göz gözü görmüyor, kayıp ülke, gelecekten umut kesilmezmiş ama Boğaz şimdi geleceksiz, seni anımsadığım ân gibi.
Güneş’in karşıki tepeden batmasının hemen ardından, kızaran bulutları delip geçerek körfezin sularına düşen, o günlük yeryüzüne veda eden güneşin ışığı/ışınları ile, tam o ânda, bu vedanın tam karşısında kızıl bir topun öteki karşı tepelerden sanki terk edilmiş ama başı dik bir sevgilinin edasıyla, gururuyla yükselen ayın/dolunayın ışığının/ışınlarının birleştiği mor sularda yüzerken, aklınıza getirmezsiniz ama, ardınızda, karada beton çayırlıklar yadsınamaz bir gerçek, bir çirkinlik olarak durmaktadır; ne yazık ki, ne ayıp ki…
*
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!