Yirmi yaşlarındaki Cemal, 1920 yılının Eylül ayında altı yıl uzak kaldığı İstanbul’una döner, bambaşka bir şehir bulur; ne maddî ne mânevî çocukluğunun şehri değildir artık. Bâbıâli yokuşunu çıkarken süngü takmış bir Fransız müfrezesi görür, “Marseyez”i söylemektedir, “Bu ihtilal ve insanlık türküsü bir işgal müfrezesine hiç yakışmıyor” diye düşünür, ardından müfreze başka bir marşa geçer, Cemal’in anlatımıyla “harb edebiyatında adı geçen bir türküye”. Cemal “… bunlar belki güzel şeyler ama benim İstanbul’umda ne işleri var. Biz harbe girmekle hata ettikse, onlar bu muameleyi yaparak bu hatayı devam ettirmeli miydiler? Tarih bir yerde bütün hataların tasviyesini yapmayacak mıdır? ” Diye kendi kendine sorar, sonra bir İskoç kıtasıyla karşılaşır.
“Bu tesadüf kendi memleketlerinde olsaydı yahut buraya bir dostluk tezahürü için gelmiş olsalardı, ilk defa gördüğüm kıyafetleriyle ne kadar hoşuma gidecekti. Fakat şimdi Beyazıt Camii’le Şehzadebaşı Camii’nin arasında, yüzlerinde keder akan bu halkın arasında sadece ıstırap veriyorlardı.” (s. 13)
Cemal için artık o eski İstanbul yoktur, yoksul ve yoksun bir İstanbul vardır. Cemal, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler (1950) romanının anlatıcısı ve başkişisi. Roman 1920 yılına odaklanmış ama geriye dönüşlerle Savaş öncesi anılar ve sırasındaki yıkım sahneleri yer alır; bu yıkım ve bu yıkımın uzantısı günler anlatılır.
Şu Paşalar Olmasaydı!
Osmanlı, Dünya Savaşı’na girmeyebilir miydi? Bu biraz tarih dışı soru da olsa, bugünden bakıldığında, İttihat Terakki’nin lider kadrosunu oluşturan Enver, Cemal ve Talat paşaların yönetimi olmasaydı, “Acaba/sanki girmez miydi? ” sorusu da geliyor insanın aklına.
Aşk sözcükleri söyle bana döndüğünde. Coşkunu yansıt bana. Yanaklarımı okşa parmaklarınla ve öp beni; sonra sarıl ve seviş. Dudaklarından yalnızca bir tek sözcük çıksın, bir tek: “seviyorum” olsun o da.
Bir yanılsama! Sen yanılsamasın belki de. Yıllardır aşkı arayan bir adamın, hüzünlü bir adamın karşısına çıktığını sandığı yanılsama. Belki de yalnızca benim zihnimde varsın. Bilincim yarattı seni.
Sen, benim düşlerimin bir izdüşümüydün, sen sandığım bir düşüncenin izdüşümü. Ne acı ne gerçek…
sisin içinden
çıktın karşıma
seni sorsalardı bana
nasıl anlatırdım
sıcak bakışlar
Ayrılıklar hüzünlüdür sevgilim
bir gün de olsa
Ayrılıklar buruktur sevgilim
insan mantıklı da olsa
Denizin köpüğü bıraktığım izler
Senden uzaklaşırken, sakın kaybolma
Henüz başlangıcı sonbaharın. Yapraklar, yeni yeni terk ediyor ağaç bedenini; yollar henüz sararmadı.
Yine, bir Eylül gecesi, Boğaz’ın parıldayan sularına gizlice bakan bir pencerede...
Bir elimde kanlı bir Lorca şiiri, ötekinde uykusuzluk, bir dolunay gecesi; şairin dediği gibi:
Artık, sonbahar kentte; zamanın en görkemli evresi...
Ekim sarısı yapraklar hüznün gözyaşları, unutulmuş sokaklarda savrulan.
Ey kent artık uzat elini.
Memet Fuat bir yazısında şiir yazanlara öğüt verirken, öncelikle şiir okumalarını söylüyor. Şiir yazmanın, şair olmanın tek olmasa da en önemli koşulunun şiir okumaktan geçtiğini altını çizerek belirtiyor. Türkçe’nin büyük şairlerini, güzel şiirlerini döne döne okunmasını ve irdelenmesini, anlamaya çalışılmasını öğütlüyor.
Şiir okumak, büyük şairleri şiirleriyle tanımak Memet Fuat’ın belirttiği gibi şairliğin en önemli koşulu olmakla birlikte, iyi şiir okumak aynı zamanda insanın ruhunu da onarır. Bir doğa parçasının güzelliği karşısında duyduğunuz sevinç gibidir. Başlayan bir aşkın heyecanı gibi kendinizi uçuyor duyumsarsınız. Bir kadını öperkenki gibi bulutların üzerinde geziyorsunuzdur sanki.
Bir şiir kitabını elinize alırsınız, içindeki iyi şiirlerse, o kitap uzun bir süre, bedeninizin bir parçası oluverir. Gece yatarken başucunuzdadır, alır okursunuz; gündüz masanızın üstündedir. Ara sıra alıp okur, pencereden dışarı şairin duygularını yaşarcasına bakarsınız.
Metin Altıok’un Soneler’i (Korsan yay. 1994) aslında bir duygu serüvenidir. Kitabın başındaki birinci soneden, yirmi beşincisine kadar, bir duygu seli gibi, siz de şiirle birlikte akıp akıp gidersiniz. Bir ayrılığın, bir aşkın, bir hüznün, bir bilgeliğin şiirdir. Sizi içten içe kuşatır. İddiasız görünür ancak bir bilgeliğe, alçak sesle söylenmiş bir bilgeliğe tanık oluverirsiniz.
Özel bir durum vardır, şiirleri okurken bilincinizden asla söküp atamadığınız. Öfkenizi gemleyemediğiniz özel bir durum vardır. Anımsamak istemediğiniz ama hiç unutamadığınız, unutulamayacak bir durum. Ülke tarihinizin, toplum tarihinizin alnına sürülmüş kara bir leke. Okuduğunuz şiirlerin dışında olsa da her dizeyi okudukça, içinizden bir şeyler kopar ve bilinciniz sizi öfkeye sürükler.
Aslında gerçek bir şairin ölümü, her zaman bir yastır; ölüm biçimi ne olursa olsun. Dizeleri artık yenileriyle alt alta gelemeyecektir. Siz yazdıklarını okumanın hazzını hep alacaksınızdır ama yenilerini bekleyemeyeceksinizdir.
Sonsuz mutluluk olmaz; bana, sonsuz mutluluk nedir, diye sorma. Bırakalım bir yana sonsuz mutluluğu, önce mutluluktan başlayalım.
Mutluluk belki de kitapların arasında gezinmektir; özellikle de şiirlerin arasında, şairlerin bizi duygusal yolculuğa çıkartan dizeleri arasında. Sana itiraf etmeliyim ki, ben hayatımdan “mutluluk” ile “mutsuzluk” kavramlarını çoktan çıkardım.
Artık bir mutluluk arayışı içinde değilim; oysa bilirim insanlığın “genel” bir arayışıdır mutluluk. Kaygılanma, “sonsuz” bir mutsuzluğa da kapılmış değilim; hani şairin dediği gibi, şapkamın altında, yaşayıp gidiyorum.
saçları sanki bir prenses
kötücül kuleye kapatılmış, yaralı
uzatmış aşağıya, özgürlüğe
ah sorabilseydim adını
bekleyen o mu, ben mi
Paulo Chelo’nun bir demeci vardı Ağustos ayında Ulysses ile ilgili olarak. Guardian’a vermiş ama ben Taraf gazetesindeki haberden okudum. Kısaca şöyle demiş: “Edebiyata büyük zarar veren kitaplardan biri de James Joyce’un yalnızca biçim olan romanı Ulysses. Hiçbir şey yok. Özel değil, bir saçmalık.” (7.8. 2012)
Bu tür demeçler, yargılar, eleştiriler çok vardır edebiyat dünyasında, bizde de olur. Falanca yazar mıdır, şair midir, vb. Özellikle de kabul görmüş, ünlenmiş, beğenilmiş yazarlarla, şairlerle ilgili yüksekten söz söyleme, farklı bir ataklığı ortaya koyar. Kuşkusuz birtakım dayanakları vardır da Chelo estetik değerleri göz önüne alarak mı söylüyor, yoksa son yıllarda kitaplarının dünyada çok sattığı, “küresel ün”e sahip olduğu için mi? Yine o haberde onun sözleriyle şöyle bir alıntı vardı: “Ben modernim, çünkü zor görüleni kolay kılıyorum; böylece tüm dünyayla iletişim kurabiliyorum.”
Bildik bir başka “durum” da, modernizmle birlikte sanat-edebiyat çok daha geniş kitleyle buluşuyor ama bu buluşmada da niteliğinden yitiriyor. Tabii ki Joyce ve benzerleri bunun dışında. Onun edebiyatı tam tersine zenginlik katıyor, anlatı olanakları sunuyor; yol açıyor. Birkaç ay önce Türkçe’de yayınlanan Terry Eagleton’ın İngiliz Romanı başlıklı incelemesinde, James Joyce’u ele aldığı bir bölüm var. Doğrusu konuyla ilgili olarak okunması önerilir ve buradan kısa bir alıntı:
“Joyce’un ütopyacı bir vizyonunun olduğu bile söylenebilir. Ulysses’te betimlenen dünya, büyük ölçüde hareketsiz ve hastalıklı iken bu dünyayı betimleyen dil, son derece dinamik ve yaratıcıdır. Bu da biçim ile içerik, gösteren ile gösterilen arasında ironik bir uyuşmazlığa yol açmıştır. Romanın içeriğinin güncelliğine karşın dili geleceği öngörmekte; özgürlüğü, çoğulluğu, cinsel özgürleşmeyi, farklı kimlikleri barındıran gelecekteki bir dünyayı simgelemektedir. Şu durumda Ulysses, hem içeriği hem de biçimiyle İrlanda milliyetçiliğini eleştiren, İrlanda’daki milliyetçi devrimin sınırlarına işaret eden bir romandır. İrlanda bu devrimle birlikte bağımsız olduğu kadar kültürsüz, püriten, patriarkal ve şovenist olan bir ulusa dönüşmüştür. Böyle bir ulusta yaşamaktansa sürgün olmayı yeğleyen Joyce’un sürgündeyken yazdıkları geri dönmek isteyeceği İrlanda hakkında epey fikir verir.” (ss. 373/74, çev: Barış Özkul, Sözcükler yay. 2012)
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!