Yeni bir defter açmalı, hep başucunda duran, eskisi bitince. Uykusuz gecelerde ki bazıları yazmak için birebirdir, başucundaki defter açılır; şayet sayfaları tükenmişse, ne fark eder, bir yenisi bulunur.
Uykusuz gecelerde, en iyisi yazmaktır. Belki de sizi uyutmayan dolunaydır; içinizdeki “sıkıntı” belki de dolunaydandır.
Ay Beykoz sırtlarından doğar; sanki Eylül romanındaki bir betimlemedir bu görüntü; bir süre sonra ardında Venüs görülür –bazen önce görülen Venüs’tür.
Venüs, Ay ve Dünya arasında inanılmaz bir ilişki vardır; üçlü bir ilişkidir bu. Romantiktir. Venüs’ün Ay’a olan aşkı açıkça görülür. Ama Ay hep Venüs’e sırtını döner; Venüs, Ay’a ulaşmaya çalışır, ama Ay yüz vermez.
Ay’ın aşkı ise yeryüzünedir. Dünya’ya hayrandır; milyonlarca yıl süren bir aşktır bu, adeta onun kölesi gibidir. Dünya’yı her hareketinde takip eder. Büyük bir bağlılık vardır. Ne var ki Dünya da Ay’a yüz vermez; ama hiç. Ay’ın yüzündeki hüzün ve keder bu yüzdendir. Bu yüzdendir onun “melankoli”sinin süregelmesi.
Dünya’nın gözü ise çok uzaklardaki ilk parlayan, ilk görünen “yıldız” Venüs’tedir. Hem çok büyük hem de çok uzaktır, erişilemez. Dünya’nın gözü zaten hep erişilemez olandadır.
Yazsonu genellikle hüzünlüdür; güneşin aydınlığı giderek kendini “karamsar ve sıkıntılı” ışıklara bırakır. Sonbaharın üzerinde taşıdığı hüzün de biraz bundandır. Yeni arkadaşlıklar, dostluklar bir tatil kasabasında kalmıştır. Denizin mavili ve mehtaplı gecelerdeki söyleşiler, kumdaki ateşin başında içilen içkiler...
Belki de bir aşk... Genellikle bir aşk. Coşkuyla yaşanan. Öylesine bir coşkudur ki, sanki, siz, sevgili, deniz ve mehtaptan başka hiçbir şey yoktur yeryüzünde...
Evet, yaz aşkları başkadır. Biraz platonik, bazen biraz umutsuz, biraz imkânsız aşklardır bunlar. Gizli kalmış aşklardır bazısı; söyleyememenin ki söyleyememek için bazen binlerce neden çıkar karşınıza, gizlediği aşklardır.
sabah uyandım, içim aydınlık
gece çok sarhoşum oysa
içkiden mi, güzelliğinden mi bilinmez
sen şiir okuyorsun
bana çok uzaksın
ilk kez görmüşüz birbirimizi
Mezarlıklar semti, dinsel ağırlıklı, hem de nasıl, pierre loti efsane tepe, haliç ayaklar altında, batı doğu bir çekim alanı, şimdi turistlik alaturka, teleferik de var, mezarların arasından patikaydı, epeyce düzeltmişler onu, iki kasım günü ağır ağır iniyorum, özel bir gün tarihimde, onun için mi geliyorum, rastlantı mı yoksa bilinçdışı geziye mi çıkmış, baba olduğum gün, yıllar önce, faşizm örtmüş şehrin üstünü, şairin sisi yine, yarı kaçaklık hali de olsa, kolay mı baba olmuşum işte.
Aile mezarlığı; insan babasını sevmeli, bunu hep söyleyeceğim, en büyük çatışmaysa da oidipus karmaşası, düşünmüşümdür öldürmeyi, nefret etmişimdir çocuk aklı; freud haklı mı, annesini ne çok seviyor, ama büyük düşünürü çürütmek değil niyeti, çok seviyor babasını da.
Asıl bu sözcükleri nasıl yazmalı?
Yeni bir yazar keşfetmek uzayda yeni bir yıldız keşfetmek gibidir. Yeni bir "yıldız" teleskopta görülür görülmez derin bir "bilimsel merak"in içine düşülür.
Hayat var mı, su var mı, yapısal özellikleri ne, ne zaman, vb.
Yeni bir yazar için de bu "serüven" benzerlik gösterir.
Bir şiirin esin kaynakları bazen “bir”den çok olabilir. Çeşitli duygu durumlarından olabilir, çeşitli izlenimlerden olabilir. Farklı alanların iç içe geçmesinden olabilir. Bir esin kaynağından yol alınmasına karşın yaratım sürecinde başka esinler/özneler de katılabilir.
Ayrıca, şairin birine “yazdığı” bir şiir, özel ithaf ile bir dergide yayınlanırken, daha sonra, diyelim kitabına aldığında o ithafın kalktığını da görürüz. Bunun örnekleri var. Diyelim aşk şiiri, diyelim eril bir bakıştan yazılmış; acaba yalnızca bir tek kadın mıdır şiirin öznesi/duygusu? Bazen birinin saçı, ötekinin gözü, bir başkasının edası, birlikte ele alınabilir ve aynı şiir içinde eriyebilir; olabilir.
Yıllar Öncesinden, Mavi Gözlü Dev!
Yıllar öncesinin tartışması: Nâzım Hikmet, “Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri” (1932) adlı şiirini kimin için yazmış! Memet Fuat ile Kemal Sülker ve Kerem Güney arasındaki tartışma, Memet Fuat’ın Nâzım ile Pirayekitabından (derleme, De yay. 1975) sonra başlıyor. Memet Fuat Adam Sanat’ta ayrıntılı bir yanıt vermişti: “Mavi Gözlü Dev” (Mayıs 1986; Nâzım Hikmet Üstüne Yazılar, Adam yay. 2001) .
Tartışmanın özü şuydu: Nâzım Hikmet şiiri Piraye’ye mi yazdı, yoksa ilk karısı Nüzhet Hanım’a mı? Memet Fuat yazısında, annesi Piraye Hanım’ın sözlerini aktararak kişisel “tanıklığını” sergiliyor, yazınsal dayanaklar ile belgeler de gösteriyor.
Evet, niçin, madem ki ruhunun buna ihtiyacı var! Kulağına fısıldıyor bir ses, kadının. Bu ses bir erkeğin sesi değil, iç sesi. Bir yandan gözlerine vurulduğu o gençle sevişmeyi deli gibi arzuluyor ki yılların cinsel açlığı var; öte yandan da çevre, namus, ahlâk gibi katı engeller. Siyah Gözler* romanının başkişisi olan kadın otuz yaşını geçmiş, yıllardır da dul. Mutsuzluğunu, yalnızlığını artık kabullenmiş, tek başına çıkılan yürüyüşler, gelen bir-iki komşu, seyrek akraba ziyaretleri, hepsi o kadar. Evde yaşayanlar da, kendisinin dışında, birkaç lâfına tanık olduğumuz hizmetçi ile yalnızca varlığından söz edilen aşçı kadın.
Yaşamı yalnızlıkla örülmüş olan kadın, Aşk-ı Memnu’nun Bihter’i ile Eylül’ün Suad’ı arasında yer alıyor ya da onların karışımı. Belki eylem olarak Bihter’e çok yaklaşıyor ama öte yandan da –yazarın kaleme alışıyla– biçimsel olarak Suad ile akraba. Romanın yazarı Cemil Süleyman’ın Mehmet Rauf’tan etkinlendiği de bir başka yazınsal gerçek. Romanın anlatıcısı da, adı yer almayan kadının zihninden ve üçüncü tekil şahısla, zaman zaman okura yaklaşarak anlatıyor.
Göz Göze Gelmeler
Yüzyılın başında, Beykoz Çayırı’ndayız. Burası semtin o dönem için sosyalleştiği hemen hemen tek yer. Çocuklu ailelerin etrafa yayılmasının yanı sıra genç kızlar ile genç erkeklerin uzaktan birbirlerini süzdükleri ve kimselere çaktırmadan bir–iki lâf ettikleri, hattâ pusulaları, mektupları gönderme olanağı buldukları; aşkların, evliliklerin, ilişkilerin başladığı hemen hemen tek yer. Yine her zamanki yürüşlerini yapan kadın, genç bir erkeğin siyah gözleri karşısında çarpılır. Genç de onu izliyor, onu takip ediyor ve siyah gözleriyle onu süzüyordur. Bir-iki karşılaşma ve bakışmadan sonra, yanından geçerken delikanlının bıraktığı küçük buluşma pusulası, kadının tinsel dünyasının alt üst oluşunun kıvılcımıdır.
Bir yandan erkeksiz ve aşksız geçen on yıl, öte yandan kendisini arzuladığını, istediğini açıkça belli eden genç bir erkek. Üstelik delikanlının, görür görmez etkisinde kaldığı, mıknatıs gibi çeken siyah gözleri. Burada bir ayraç açmak gerek belki de. Romana adını veren bu “siyah gözler” çoğunlukla dişil bir motif, imge olarak kullanılır. Ya da yaygın bir yaklaşımla kullanılagelmiş. Ne var ki Cemil Süleyman bunu eril olarak kullanmış (oluşturmuş) .
Nimet, Çeşmifelek Kalfa ile Şefik’in odasına girer, iki çarşaflı kadın; Nimet koltuğa oturur kalfa kapının yanında ayakta durmaktadır, etkileyici bir konuşmayla babasına, kişiliklerine, konağa, yalıya, maddî manevî varlıklarına herhangi bir zarar, saldırı gelmemesini ister. Çünkü böyle bir duyum aldıkları gibi, emsallerinin başına da gelmektedir. (Kırk yıldır vezir olan babasının nâzırken yabancılardan rüşvet aldığı, zenginliğini böyle elde ettiği gazetelerde yazılmaktadır.)
Şefik önce kadının sesinden ve güzel cümlelerinden etkilenmiş, sonra kadının yâni bir “istibdat paşası” kızının hesap sorar gibi konuşmasına öfkelenmişken Nimet peçesini indirir. Aslında peçeyi indirme tam zamanındadır. Şefik genç kadının yüzünü gördükten sonra onun egemenliği altına girer. Hem de ne girme romanın tâ sonuna kadar, hattâ Nimet’in kuklası olur.
Siyasî Hırslar
Oktay Akbal denilince; akla önce hikâyeciliği gelir. Evet, O hikâyecidir. Sait Faik "çizgisi"nin sürdürücüsü olarak değerlendirilmiştir. Nitekim bir söyleşide "Kısa öykü türünde Sait Faik'ten çok şey öğrenmiştim" der. Bir başka yerde de (özellikle ilk kitapları için) , Sait Faik ile Sabahattin Ali'nin öykü anlayışlarına yakın olduğunu söyler. Yani Akbal, Sait Faik ile Sabahattin Ali'yi ayırmaz; tersine onları birbirlerine yaklaştırır. Edebiyat tarihi açısından bir değerlendirme yapma "zorunluluğu"nda kalsak, pekâlâ şöyle diyebiliriz: Oktay Akbal, Sait Faik ile Sabahattin Ali hikâyeciliğinin "bileşkesi"nin devamı bir çizgide yapıtlar vermiştir. Kısaca O'nda hem toplumsal durumları hem de "birey"i buluruz. Belki bireyi daha çok buluruz ama, birey genellikle bir "durum" içinde verilmek istenir.
Oktay Akbal'ın bugün doğum günü; 70 yaşı için merhaba diyoruz. 20 Nisan 1923 İstanbul doğumlu olan Akbal, belli ki dedesinden (Tepeyran) de etkilenerek küçük bir çocukken, ilkokul çağlarında "yazar" olmaya karar vermiştir. Ortaokula geldiğinde (çocuk dergilerinde de olsa) yazıları yayınlanır (1937, "Ateş") . Evet, ilk yazı 1937'de, tam 56 yıl önce; günlük bir gazetede (İkdam) çıkan ilk hikâyesinin tarihi de 19 Mayıs 1939 (“Ana Katili”) . Yani Akbal’ın daha bıyıkları çıkmadan yazıları çıkmış; ve altmış yıla yakın bir süredir, öykülerini, yazılarını yazagelmiş. Yazmak O'nun için bir varoluş biçimi olmuş. Behçet Necatigil "Akbal öykücülüğü"nü şöyle tanımlıyor:
"Hikâyelerinin genel teması hayatının tekdüze akışını değiştiremeyen, değiştirmek istedikçe gelenek ve görenekler yüzünden çevrenin yadırgayış ve ayıplayışlarıyla gene eski çizgisine dönmek zorunda kalan insanin sıkıntılarıdır. İnce duygulu, aydın bir orta sınıf insanının toplum törelerine uyamazlık ve bireysel ümitsizliklerini belirten, bu yanıyla tekil birinci ve üçüncü şahısların iç monologları görünüşünde olan bu hikâyeler, gücünü uzak yakın, dağınık hayat parçalarını, uzatılmış düz şiirler biçiminde birleştirmesinden alır. Maskelenmek istenen otobiyografik izler, anılar, hayaller, kahramanın kendisiyle kararsız, sonuçsuz hesaplaşma ve çatışmaları; Akbal'ın hikâyelerinde bir eksen görevindedir."
Orhan Veli’nin “Anlatamıyorum” şiiri yediden yetmişe –şu postmodern dönemde bile– ezbere bilinir. Âşık olunduğunda, ayrılık yaşandığında, hüzün gölünde yüzüldüğünde, terk edilmişliğin tarifsiz kederleri içinde, daha pek çok duygu selinde akla gelen ilk şiirlerden biridir.
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!