Atilla Birkiye Şiirleri - Şair Atilla Bi ...

Atilla Birkiye

Sıcak bir Ağustos esiyor. Yeryüzü toz toprak; güneş beynimin içinde, bir ekvator şarkısı söylüyor. Bunalmışım masanın başında. Masa da yıllardır yazdığım masa.

Haydi, anımsa, Cansever’in şu dizelerini:

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke

Devamını Oku
Atilla Birkiye

Adalet Ağaolu Üç Beş Kişi’de erkek egemen toplumun sert bir eleştirisini yapıyor. Yirmi yedi yıl önce yayınlanan bu romanında, taşrayı merkez alıyor. Yeni oluşmakta olan bir “sınıf”ın ya da sanayinin (ya da “ulusal burjuvazi”nin) oluşumunu anlatarak siyasî bir harita çiziyor. Bu eksende, feodal kökenli zengin bir ailenin temsilcisi Ferit Sakarya karakteri “tipikleşiyor”. Öte yanda Osmanlı aristokrasisinden gelen, “düşmüş” bir ailenin kadınları; kızları için “garantili damat” arayışındaki bir anne... Roman yayınlandığı dönem Ağaoğlu’nun öteki romanları gibi ses getirmiş, tartışılmıştı.

Karı Delen Çiçek
Çıkar çıkmaz romanı okuduğumda, Kardelen karakterinden epeyce etkilenmiştim ve üzerine yazmak istemiştim. Çeşitli yazılarımda söz etmiştim ama roman üzerine daha çok da Kardelen ile ilgili yazmak istiyordum. Biraz “yan karakter” gibi duruyor. Roman ile arama mesafe koyduğumda, belki böyle denebilir; ama romanın içine girdiğimde benim için en çarpıcı karakterdi. Yıllar içinde de belleğimde hep böyle kalmıştı. Doksanların başında hazırladığım 20. Yüzyıl Türk Edebiyatından Seçmeler’e Kardelen’in bölümünü koymuştum. Okuduğum zamandan çok fazla geçmediği için, almak istediğim bölümü, kitabı elime alır almaz bulmuştum. Romanın orasını burasını çizmeme, notlar almama karşın, ne hikmetse yazamamıştım; bir tembellik gelmişti ki... Ancak Kardelen’i hiç unutmadım!
Çiçeğin adının bize imlediği gibiydi. Karı delip üste çıkmak. Küçük yaşta annesi ölmüş, sakat baba, küçük erkek kardeş. Onlara bakmak zorunda olan ve çocukken hayata atılan, ekmeğini taştan çıkaran, sorumluluklarını yerine getiren, sert yaşam koşullarına karşın ayakta durabilen Kardelen. Gözaltındayken, tecavüze uğradığını da eklemeliyim.

Devamını Oku
Atilla Birkiye

Adını sesliyorum gecenin içinde, tekrar bana geliyor adın; hemen kızıl saçların ve dudakların, sonra ince beline sarılıyorum ama gece yalnız odamdayım, rüyamdayım, adını bu kez daha yüksek sesle söylüyorum, adın rüzgâr gibi... uyanıyorum!

Sabırsızlanıyorum ama niye? Pencereyi açıp dışarı bakıyorum, ayı arıyorum, yıldızları arıyorum, bir işaret arıyorum, yüreğim daralıyor, aklım sabırsızlanıyor! Seni arzuluyorum, yardım gelir mi gökyüzünden, bilmem ay nerede, yıldızlar hiç görünmüyor, bulutlar var gecenin karanlığında.

Aramıyorum, belki sen ararsın diye, seni özlüyorum, seni istiyorum, aramıyorum sen ara diye; seni duymak istiyorum, seni özlediğim kadar beni özlemeni istiyorum, dudaklarını solumak, eski bir şiirin içine girmek istiyorum, hani anımsarsın şarkı söyleyen genç bir kadını anlatan şiirin içine girmek istiyorum, seni içmek istiyorum, enseni, çıplaklığını öpmek istiyorum. Ellerinin duygusunu hissetmek istiyorum yanaklarımda.

Devamını Oku
Atilla Birkiye

Yaşar Kemal’in anısına saygıyla...


Ağrı Dağı’nın yamacında, bir harman yeri büyüklüğünde, suları som mavi olan Küp Gölü’nün biraz yukarısında, küçük bir mağarada, yıldızlar pırıldamaya başladığında, Gülbahar ile yatarken Ahmet, ortalarına kılıcını koyar; asla yıkılamayacak, demirden güçlü, görünmez bir duvar örer! Zindandan çıkıp, kıza kavuştuğundan beri, her gece, kınından çıkarır o melûn kılıcı! Ertesi sabah da kendini Küp Gölü’nün soğuk sularına bırakır. Bu sahne, Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi (1970) adlı romanının sonunda yer alır. Adından da anlaşılacağı gibi roman bir halk “söylencesinden” yola çıkılarak yazılmış.

Kır bir at ki koskoca Osmanlı Paşası Mahmut Han’ın atıdır bu, dağ köylerinden birindeki bir evin kapısına gelip durur, bu Ahmet’in evidir. Atı üç kez uzağa götürüp bırakır, at üç kez gelip kapıya dayanır, artık at onun yazgısıdır; hatta Gülbahar’ın da! At ona haktan bir yadigârdır ve ne olursa olsun atı vermeyecektir! Töre böyledir.

Devamını Oku
Atilla Birkiye

“İçindeki bütün yıkıntılara, bütün kederlere rağmen başını yere eğmek istemi­yordu. Matemini ortaya vurmadan tek başına yükle­necek ve yeni bir hayata doğru yürüyecekti.”

Kuyucaklı Yusuf böylece çok sevdiği karısı Muazzez’i gömdük­ten sonra, son bir kez daha yıllarca yaşadığı o kasabaya bakar ve “yeni bir hayata” doğru çekip gider: gönlü yaralı, üzgün ama yı­kılmadan. Yusuf kolay kolay yıkılacak bir kişilik değildir; yine de çok sevdiği karısının ölümü ve başından geçen o korkunç olaylar­­dan sonra yıkılmaması, ayakta kalması şaşırtıcıdır.
[Ama Raif Efendi büyük bir yıkıma uğrar, öyle ki sonuç ölümdür. Ömer’in ise yıkılıp, yıkılmayacağı belirsizdir ve kestirmek de güç­tür; Ömer kaçar, belki bu anlamda, yıkılıp/yıkılmamak edimleri­nin ortasındadır.]
Sabahattin Ali’nin üç romanında, üç güzel aşk yaşanır: Yusuf ile Muazzez (Ku­yucaklı Yusuf) , Raif Efendi ile Maria Puder (Kürk Mantolu Madonna) ve Ömer ile Macide (İçimizdeki Şeytan) birbir­lerine âşıktırlar; ve ne güzeldir bunlara tanık olmak.
Yusuf’un bu güzel aşkı başlamadan çok önceleri, acılı yılları vardır. Gerçi acılar her insanın yaşamının birer parçası olmuştur, zaman zaman. Yusuf’un başından geçen öyle sıradan bir olay değildir. Çok küçük yaşta anası-babası öldürülmüş, o tek başına kalmıştır. Bu güçlüklere göğüs germesini bilmiştir. Hatta, eşkıyalar anasını-babasını öldürdükten sonra soğukkanlı davranmış, kü­çük parmağı boğuşmada kopmuş olmasına karşılık, bir gün sü­reyle gıkını çıkarmadan elleri kan içinde öylece beklemiştir. Şehirden gelen kaymakamla (Salâhattin Bey) konuşması çok ilginçtir ve herkesi hayretlere düşürür. Verdi­ği yanıtlardaki soğuk­kanlılık, böyle bir olayı, felaketi çok kısa bir süre önce yaşamış olmasına karşın, onun iradesidir.

Devamını Oku
Atilla Birkiye

Aşkların dizelere yazıldığı zamanlardı; martılara tüm gizlerin anlatıldığı, martıların iyi birer sırdaş olarak kabul edildiği zamanlardı.
Martılar en büyük sırdaşlarıdır, insanların: Bir vapur yolculuğunda –eskiden vapur yolculuğu bir kültürdü. Yaşama sevinci dolardı insanın içine, geçilse bile karşı kıyıya. Ya da ötekinden buraya.
Martılar ki İstanbul şiirlerinin vazgeçilmez ses uyumlarıdır, kısacık yolculuklarda bile vapurlarla yarışır.
Hatta uzak telefonda bir kadın yağmurlu ağlamış ve telefon simsiyah kapanmış, ardından uzun bir gemi yolculuğuna çıkılmışsa; işte o yolculukta bile kara gözden kaybolduktan saatler sonra bile martılar, geminin içindeki hüzünlü insanların sırdaşıdır.
Aslında tüm yolcuların sırdaşıdırlar, her ne kadar yarışları kaptanla olsa da. Yeter ki sırlarınızı anlatmasını bilin martılara.
Martılar, kanat çırpışlarıyla mesela bir gemi yolculuğunda, hep yanınızdadır, kara çok uzaklarda kalsa da...

Devamını Oku
Atilla Birkiye

Bambaşka, büyülü yazınsal bir dünya sunuyor bize Masal Irmaklarının Okyanusu (Kathâsaritsâgara) , Hint kültürünün, dilinin başyapıtlarından Keşmirli yazar Somadeva’nın kaleme aldığı yapıtın yazılışı 1070 tarihi olarak kabul ediliyor. 22.000 beyitten ve iç içe geçmiş 350 civarındaki masaldan; 18 lambaka (kitap) ve 124 tarangadan (bölüm) oluşuyor. Bu devasa yapıtın, tarihi tam olarak bilinmeyen ve 1-6 yüzyıllar arasında yaşadığı sanılan Gunâdhya’nın Brihatkathâ (Büyük Öykü) adlı yapıtından alındığını, “bir tür kopyası” olduğunu söyleyen çevirmen Korhan Kaya, “adı” için de önsözde şöyle diyor:

“Eserde o kadar çok ve değişik masal bir araya toplanmıştır ki şair bunu büyüklü küçüklü ve türlü yönlerden gelen ırmakların bir okyanusta birleşmesine benzetmiştir.”

Masal Irmaklarının Okyanusu iki cilt olarak basılmış (İş Bankası Kültür yay.): birinci cilt 626, ikinci cilt 632 sayfa. Geçen yıl (2011) yayınlanmasına karşın bu yaz okumayı tasarlamıştım ve başladım; ama okuması masal da olsa pek öyle kolay değil. “Binbir Geceler”deki iç içe geçmiş adeta bir soğan kabuğu gibi soyulan masallara alışığım ancak dil, adların yazılışı, farklı bir “mantık”ın ve “zihinsel” süreçlerin yer alması, okumayı güçleştiriyor. (Dahası alışık/yaygın olmayan demeliyim!) Doğrusu çok da hazırlıksız değilim, Râmâyana’nın yanı sıra başta bir Mahabharata (Jean-Claude Carrière, roman, çev: Nâzım Aslan, Can yay. 1991) olmak üzere yine Kaya’nın çevirdiği Hint dili ve kültürüne ilişkin birkaç yapıt daha okumuşluğum var. Hint kültürü ve dili üzerine çalışan, konunun uzmanı Kaya’nın çok büyük emeği var; Hint masalları ve mitolojisiyle ilgili çeviri ve yazılarının yanı sıra Valmîki’nin Râmâyana destanını da özetleyerek çevirmişti (İmge Kitabevi yay. 2002) .

Devamını Oku
Atilla Birkiye

elli yaşıma şiir yazmak istiyorum
şöyle su gibi duru
bir hayat ânında karşılaşıyoruz
ben ağır adımların öncesinde
o mavi bir damla
yunanca şarkıdan dökülen

Devamını Oku
Atilla Birkiye

Bir mayıs şarkısı daha geride kaldı.
Bilir misin mayıs şarkılarını? Aşkın yaşanmamış, yaşanamamış sıkıntılarını anlatır, hep mayıs ayında.
Puslu sabahlarda ya da aysız gecelerdeki yalnızlıkları da anlatır.
Umut bir yandan da; çünkü mayıs her ne kadar erguvanların gittiği ay olsa da, baharın yaza el uzattığı aydır. Hem de birdenbire...
Mayıs şarkılarında hem dostluk vardır, arkadaşlık, olmazsa olmazlık, sevgi ve aşk tabii ki; hem de yalnızlığın koyu tadı, ayrılık, hüzün, acı ve mutsuzluğun tek başına çalınan ıslığı vardır.
Ama en çok umut ediş vardır; aşkı bulmayı umut ediş.

Devamını Oku
Atilla Birkiye

Eylül ayı hüzün ayıdır, sonbaharın başlangıcıdır: havalar giderek serinler, yap­raklar sararır ve insanın içine tuhaf bir hüzün çöker. Anılar zihne hücüm eder, geçmişe doğru bir yolculuk başlar bazen…

Özellikle yüzyılın başında (İstanbul’da) eylül imgesi hüzün ve kederdir; bu da, doğanın kırık ışıklarının yansımasının getirdiği atmosferin yanı sıra Meh­met Rauf’un Eylül romanından kaynaklanmaktadır. Üstelik eylül, sonbahar ile de özdeşleşmiştir, yine bu romanın etkisiyle…

Her ne kadar bu denemenin konusu olmamakla birlikte öncelikle şunu belir­teyim: Eylül bizde “siyasi bir imgelem” de olmuştur ve ne yazık ki çağrışı­mı son derece olumsuz, son derece anti-demokratik, son derece faşizan, son dere­ce anti-hümanisttir.
Bunun dışında, iki yıldır dünya kamuoyunda da (ne yazık ki) çağrışımı son derece dehşetengizdir!

Devamını Oku