Aşk şarkıları uçuşuyor karanlıkta
Bir adam elinde rakı kadehi
Bir kadını beklemeyi yudumluyor
Islak kirpikleriyle gelmesini
yudumluyor
Belleğine düşmüş bir kere
Cahit Sıtkı Tarancı da, birçok şair gibi zaman sorunuyla uğraşır; zamanın anlam alanına girer. Tarancı’nın şiirinde yer alan, daha çok “birim zaman”a ilişkin bir sorunsallıktır; ve çok sık temalaştırdığı “ölüm” ile de neredeyse koşut gider. Onda Tanpınar’daki gibi bir “kavram” olarak değil, daha çok birim zamanın öne çıktığı biçimde “zaman”ı buluruz. Kuşkusuz birim zaman da ister istemez o kavram (zaman) içinde bir yerlerdedir ya da onunla ilişkilidir.
Benzer temalar kadim dostu Ziya Osman Saba’da da vardır. Zaten ikisinin dostluğu, arkadaşlığı çok sıkı ve yakındır. Ziya’ya Mektuplar’ın (1957) başındaki, Cahit Sıtkı’nın ölümün ardından Ziya Osman’ın kaleme aldığı “Cahit’le Günlerimiz” (VarlıkKasım-Aralık 1956, sayı: 441-444) bunu çok açık bir biçimde ortaya koyar.
İkisi de şairdir, Galatasaray Lisesi’nde tanışırlar (öyküsü yukarıda sözünü ettiğim yazıda) , ikisi de 1910 doğumludur ve ikisi de erken yaşta –zamansız– yaşama gözlerini kapar. Cahit Sıtkı 13 Ekim 1956’da ölür. Ziya Osman’da birkaç ay sonra 29 Ocak 1957’de. Ziya Osman kalp hastasıdır ama belli ki arkadaşının ölümü, onun sonunu da hızlandırmıştır!
(…)
Ne gariptir ki yine tarihimize kanlı pazar (16 Şubat
1969) diye geçecek olan (İstanbul çok kanlı günler yaşadı!) ,
bu kez 68 gençliğini susturmak için düzenlenen o kanlı gerici
saldırıda da Bakırköyü’nde oturuyorduk. On dört yaşındaydım,
olay sonrasında, bir gezi dönüşü bir tanıdığın arabasıyla
Yaşar Kemal “Bir Ada Hikayesi” başlıklı dörtlemesini bitirdi, son roman olan Çıplak Deniz Çıplak Ada (Yapı Kredi yay.) Ekim’in başında yayınlandı. Öteki üç roman şöyle: Fırat Suyu Kan Ağlıyor Baksana(1998) , Karıncanın Su İçtiği (Nisan 2002) ve Tanyeri Horozları (Eylül 2002) . Dördüncü cildin yazımı 8,5 yıl sürmüş; bunun temel nedeni yazarın hastalığı; belki biraz da dörtleme’nin getirdiği yazınsal açmaz! Dolayısıyla daha önce yer alan öykü/öykücükler tamamlanmış oluyor. Bu kadar uzun zaman sonra dördüncü cilt yayınlanınca ister istemez birazcık “unutma” da oluştu. En azından kendim için böyle söyleyebilirim.
Dörtleme’nin tamamlanması da edebiyatımız için önemli. Yaşar Kemal “Akçasazın Ağaları” üçlemesini tamamlamadı. Demirciler Çarşısı Cinayeti (1974) , Yusufçuk Yusuf’tan (1975) sonra üçüncü cildi yazmadı. Bence yazamadı değil, özellikle yazmadı. Anladığım kadarıyla, “O iyi insanlar o güzel atlara bindiler çekip gittiler” ya, “yeni insanları” yazmak istemedi. Evet, tamamlayamadı değil, yazamadı değil, yazmak istemedi, tamamlamadı. Dolayısıyla, bundan sonra sağlığı elverse de (ki uzun ömürler dileriz kendisine) , üçüncü cildi yazmayacağını düşünüyorum. Bu konuda yanılmayı o kadar çok isterim ki!
Ütopya ve Ada nerede?
Bilindiği gibi Yaşar Kemal dörtlemesinde mübadele sorununu gündeme getiriyor, konu ediniyor. Eleştirel yaklaşıyor, insan için bir utanç olduğunu söylüyor. Zaten onun romancılığında “insan”ı macerasıyla buluyoruz: trajik olan, komik olan, sevinç, coşku, endişe ama korku, en çok da korku. Hep zulme, baskıya, haksızlığa karşı ve bir umut yeşertiyor, Yaşar Kemal. Bu dörtleme için de böyle denebilir (genellikle de böyle dendi) . Öte yandan bu dörtlemeyi bir “ütopya” olarak da düşünüyorum ve baştan beri hep böyle okudum! Birinci romanın başındaki Poyraz Musa’nın Karınca Adası’na çıkmasından beri. Zaten mekânın “ada” olması da bu “ütopya”yı güçlendiriyor.
Baştan beri takıldığım bazı şeyler de var. Örneğin Ada, Ege Denizi’nde, İda Dağı’nın karşısında ve başka küçük adalarla da çevrili. Ama bana hep Marmara Denizi’nde izlenimini veriyor. Öyle algılıyorum. Dört romanda da sık sık vurgulanan Çanakkale Savaşı’nda Ada’daki kilisenin hastane olarak kullanılması. Bunu Osmanlı Ordusu kullanıyor; yani İtilaf Devletleri değil. Anlayamadığım Boğaz ablukaya alınmışken hatta bir ara bir Fransız tugayı Anadolu tarafındaki Kumkale’ye çıkmışken, Ege’deki bir adaya nasıl yaralı getirilir! Gerçeklikte (tarihte) böyle bir şey var mı? Doğrusu bilmiyorum! Ama çok mantıklı gelmiyor; üstelik adalar, Gökçe ve İmroz hariç Cihan Savaşı öncesinden Osmanlı’dan çıkıyor, bildiğim kadarıyla. Kuşkusuz bu çok önemli değil. Yazar romanda tabii ki böyle bir kurgu yapabilir ve bunun da oluşturmak istediği “sanatsal fikre”, yazınsallığa uygunluğu vardır.
Düzeltme işaretleri uzun bir zamandır aklımı kurcalıyor; nitekim, bir seminer vesilesiyle Özgür Edebiyat’ın sekizinci sayısında “Dilimiz ‘güzel’ mi ‘güçlü’ mü? Ya da sorunlar üzerine bir ‘deneme’! ” başlıklı yazıda (Mart-Nisan 2008) görüşlerimi dile getirmiştim. Giderek de Arapça, Farsça kökenli sözcüklerde “a”yı doğru sesletebilmek için Ömer Asım’a göre (Ana Yazım Kılavuzu) kullanılmayan “şapkaları” kullansam mı, diye düşünüyorum. Türkçe’de uzun “a” olmadığı için gerekiyor. Gerekiyor çünkü Cumhuriyet’in başlangıcındaki genel dil anlayışı “sesçil” bir alfabe üzerine temellendirilmiş.
Kuşkusuz dilbilimci, dilci değilim, yazar olarak varolan kuralları izlemem gerekiyor. Ne var ki bu kurallar da yazım kılavuzlarına göre farklılıklar içeriyor. Kaldı ki varolan yazım kılavuzlarının hiçbirinde (zaten niye bu kadar var!) “düzeltme işareti kullanılmaz”, diye bir şey yok. Belli bir kural çerçevesinde oluyor ve bu kurallar da onları hazırlayanların dil anlayışlarına (ideoloji!) göre değişebiliyor. Öte yandan düzeltme işaretini “hiç” kullanmayanlar (yazar, şair, çevirmen; yayın organı, kurum vb.) da var. Aslında bu bir yol ve “hayat”ın da ne yazık ki bizi götürdüğü yer. (Bilgisayardan dolayı!) Ne var ki seksen yıl önceki anlayışı reddeden bir uygulama. Özcesi “sözcük” bir gösteren, bu gösterini “tek başına” da sesletebiliriz. Ancak bu bizim dile pek uymuyor gibi geliyor bana.
Bütün uzak telefonlarda ağlayan kadınları öğrendiğinde on dokuz yaşındaydı. Tam yirmi beş yıl olmuş okuyalı, yalnız gecelerde elinden hiç bırakmayalı, Attilâ İlhan’ı.
Hani sözüm biraz da sana, hani gecenin bir vakti, o “genç yürekte” ebru gibi renkli bir iz bırakan sana:
Tam tamına elli yıl olmuş Duvar’ın çıkışının; ilk kitabı Attilâ İlhan’ın.
Bir
rastlantı senin istediğin
üzerinde yılların kederi
çaresiz beklersin, hayallerinde
hangisi gerçek hangisi düş
ağrı gibi bir şey yüreğinde
Kitap tutkusu onunla başlıyor, o zaman için özenti demeli, amca her zaman rol modeli, bu küçük olan; saygı ve estetik iç içe, rakıyı da çok güzel içiyor, yanında maydanoz, rumca mı yunanca mı, her gittiği yerde rakı varsa bu ot da olmalı, onu da amcadan öğreniyor, bu en küçükleri, fırtınalı dalgalar arasında annesinin kucağında, geldiğinde henüz kundakta.
Devrimden kaçıyor iki kadın beş çocuk, en küçükleri işte maydanoz ile rakı içen amca; maydanozu da yıllarca yiyemiyor, en sevdiği çorbada bile annesinin eteğini tutmuş mutfak ateşinde koydurtmuyor; sonra tutku benim için rakı ile maydanoz, hayat hazları, küçük amca her zaman rol modeli.
(İstanbul’da Beklenen Devrim, Özgür yay. 2011)
zifiri karanlık içinde
endişe korkuya geçit vermiş
yoğun bir beklenti, tanımsız
niçinin ana kaynağı, belki
eskilerden, çok eskilerden gelen
peşimden gelen aşk
Aşk, dolunaya dokunmaktır; aşk, karanlık bir gecede,
unutulmuş bir göldeki nilüfer çiçeğini açtıran Venüs’ün
ışığıdır.
Ne çok tanımı vardır aşkın ama aşk aslında ayın tüm
hâlleridir!
Bir de aşkın “kendi” hâlleri vardır: karşılıksız aşk, imkânsız aşk, yasak aşk, unutulamayan aşk, tutkulu aşk, marazî aşk, yaşanan aşk, yaşanamayan aşk, platonik aşk…
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!