“Anıları, dostluğu, bağlılık denilen duyguyu bir çeyiz gibi sandıkta saklamak da güzeldir. Ama en çok aşkı korumak gerekir Afife. Korunmayan aşk bozuluyor, çürüyor ve çabucak yok oluyor. Ardında kötü kokular ve çirkin görüntüler bırakarak...”
Romain Gary, Afife Pirî’ye bunları söylemektedir, ondan ayrılmak üzereyken. Aralarındaki büyük aşktır ve çok “sevdiği” için Afife’den ayrılacaktır. Gerçi “vuslat” yeni olmuştur ama... Böylece aşk sonsuza kadar yaşayacaktır. Nitekim birkaç sayfa sonra gerçekleşen fizikî “ayrılık”ın ardından Afife’nin de zihinden şunlar geçer:
“Hiç bitmeyecek bir aşka sahip tek kadın oluşumu düşündüm. Sevinç ve hüznün hızla yer değiştirerek büyüyüşünü izledim yüreğimde. Ertesi gün yazacaklarımı, çizeceklerimi, okuyacaklarımı ve seveceklerimi düşündüm. Daha ertesi gün, ertesi gün ve ertesi gün...”
Romain Gary ile Afife Pirî, Buket Uzuner’in Balık İzlerinin Sesi adlı romanının “başkişi”leri. Romanın başında, yirmi bir yaşındaki Afife ile olgunluk çağının sularında yüzen Romain arasında ilk karşılaştıklarında hafiften bir “elektriklenme”olmuş, sonra bu duygu akışı hızla genişleyerek büyümüştür. Göle atılan bir taş gibi!
Bir Çeşit Yeni-Ütopya
zaman geçiyor, pencere önünden
elimde kalem, kâğıtlara düşen keder
yazılanlar senin için, gizemli yolcu
ne kokun ne gözlerin ne çıplak bedenin
elbet duyacak sesimi bir gün, bir ân
peşinden koştuğum aşk
Yaşamın birbirinden çok ve birbirinden güzel renkleri vardır.
Çoğu zaman unuttuğumuz.
Rengârenktir, genç bir kızın parmakları gibi.
Boğazın uzak bir kıyısı
Gündüz ile gecenin sınır çizgisi
Denizin rengi fırtına
Deniz, yüreğimin coşkusu
yıllarca
Aşkım kırmızı bir gül
Aşkım haziranda açan
Kırmızı bir gül
Yüreğim çarpıyor
Bir ölebilsem dudaklarında
Aşk dolunayın ışıltısı
Aşkın tutku, sevgi, cinsellik, arzu, erotizm vb. “olumlanan” hallerinin yanı sıra başta sayabileceğimiz kıskançlık gibi hatta cinayete giden öteki yüzündeki halleri de vardır. Bunların bir kısmı da “marazi” (hastalıklı, daha çok “olumsuzlanan”; hatta tuhaf da!) hallerdir; bazen komiktir, bazen çirkindir, bazen acınasıdır ama aşkın içindedir. Romanlar, hikâyeler, filmler, oyunlar böylesine aşk öyküleri ya da ilişkilerle doludur. Gerçi bunlar mutlu son ile bitmeyen ya da “sonucu” ortada kalan yapıtlardır. Belki bu yüzden daha da gerçekçidir.
Adeta bir yaratık
Bir ilkyaz günü, yine aklımı başımdan aldın, İstanbul. Yine yüreğimi çaldın; beni düşlerin, büyülerin içine attın. Her şeye karşın İstanbul’sun, yine...
Uğruna ne çok kan dökülmüştür. Çok çok eski çağlardan günümüze kadar, savaşların, kardeş kavgalarının ve entirikanın içinden çıkıp gelen bir kenttir, İstanbul.
Aşk kentidir. Büyünün ve görkemin her bir yana sindiği bir kenttir İstanbul. Bir rüya kentidir ve geçmişi çok eskilere dayanır. Yedi bin yıl kadar öncesine uzanır. İmparatorluklara başkentlik etmiştir...
Kent, saldırılara, isyanlara, depremlere, yangınlara maruz kalmıştır; yağmaya maruz kalmıştır da yine dünya uluslarının gözbebeğidir.
Şairler, yazarlardır en çok İstanbul’un büyüsüne kapılan. Edebiyatımıza şöyle bir baktığımızda, İstanbul’un şiirlerde, öykülerde, romanlarda, denemelerde, bir oya işler gibi betimlendiğini; bir sarrafın elinden çıkmışçasına işlendiğini görürüz.
Aslında, şairler yalnızca İstanbul’a övgüler düzmemiş, aynı zamanda İstanbul’un doğasından gelen ruhunu da dizeleştirmiştir, yüzyıllar boyunca. İstanbul’un bir büyüsü vardır.
Sevgili Oktay Ağbi,
Aslında mektup yazmasını pek benimsemem. (Galiba üşenirim.) Masamın gözleri yanıt bekleyen mektuplarla doludur. Ama inanın bana, bu mektubu isteyerek ve severek yazıyorum. Mektup yazmak hep uzaktaki birini çağrıştırır, oysaki yanınızdaki birine, sizin kendinizi yakın bulduğunuz birine niye bir mektup yazmayasınız.
Belki bir mektup; en iyisidir. Duygularınızı dile getirir. Söyleyemediğiniz, ama söylemek istediğiniz duygularınızı yazabilirsiniz bir mektupta. Örneğin ben babama yaşamı boyunca seni seviyorum hiç diyemedim, belki ona bir mektup yazsaydım, bunu söyleyebilirdim.
Dışarda yağmur, dört nala; sevişmek gibi...
Sonbahar bitiyor, gökyüzü onun için mi ağlıyor; göz yaşlarını tutamamış, toprağın kızıllığına düşüyor. Yoksa, benim içim mi bulutların yere düşen damlaları... saçlarının kızıllığı belleğime kazınmışken...
Yine suskunluk, sessiz ve kimsesiz bir çocuk gibi düşümde gezindikçe; o ânlar belleğimden derin izlerle geçtikçe... hepsi kızıllar, sonbahar gibi.
Bahar düştü İstanbul’a, sıcak bir gün, güneşli, böyle günlerde insanın morali düzelirmiş. Sıkıntılarını unuturmuş. 21 Mart’ı da geçtik, bir iç genişliğinin olmadığını söyleyemem parlak maviliğe bakarken; sıkıntımdan çıkmama neden olabilir mi? Bahar! Öte yandan karşıdaki gökdelen yükseliyor, dahası yanındaki de birazcık daha yükseldi (şimdilik bir
üçüncüsü ortalarda yok!): bu yükseklikte kalsalar bile, onları görmezden gelebilir miyim, bahar geldi hava güneşli, diye? Ya da Çamlıca tepelerindeki antenleri, yine bir hayıflanma ama nerede benim çocukluğumun Çamlıca tepeleri, hafta arası bile piknik yapılabilen âşıklar semti! Zaten İstanbul “aşk şehri” değil miydi? Öyle değil mi!
(İstanbul’da Mavi Bir Tereddüt, Literetür yay. Nisan 2013)
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!