Düş bakışlı kız
Gözlerinde İstanbul uyuyor
Güzel gözlü kız
Gözlerinde İstanbul uyanıyor
İstanbul yeni bir güne merhaba diyor.
Etrafta gecenin ardında kalanlar
Kuyucaklı Yusuf’un sonunda Yusuf, karısı Muazzez’i gömdükten sonra, yanaklarından aşağıya doğru yağmur gibi inen iri gözyaşlarını siler, “... ömrünün en korkunç senelerinin geçtiği bu kasabaya yumruğunu uzatıp tehdit eder gibi salladıktan sonra, atını ileriye, dağlara doğru” (s. 283) sürer. Bunun ardından gelen satırlarda da anlatıcı, Yusuf’un yeni bir hayata doğru yol aldığını söyleyerek romanı bitirir; dahası yazar, “macera”yı şimdilik sonlandırır.
Sabahattin Ali’nin bir “devam” romanı (hatta üçleme) daha yazacağı bir yana; bu son, romansal hakikat bağlamında bizdeki “eşkıya mitos”unun da müjdecisidir. Muazzez, kocasının dağlarda, bayırlarda, uzak köylerde vergi toplamak için kaldığı zamanlarda, yoksulluklarını kullanan annesinin peşkeş çekmesiyle kendisini kasaba eşrafının kucağında bulmuştur. Muazzez’in ölümünü “ahlakî bir son” olarak belirtebiliriz ama –bunu da bir yana bırakarak– Woody Allen’ın bir filminden, “Kahire’nin Mor Gülü”nden iz sürerek, O’nu mezarından çıkaralım.
Sözü geçen filmde, bir sinema sahnesi vardır. Perdede siyah beyaz bir film oynamaktadır. O filmdeki bir karakter, perdeden çıkar, sinema salonuna iner, oradan sokağa atar kendini; dolayısıyla hayata karışır. Kuşkusuz bu bir filmdir; ama filmin içindeki kurgusal olan, filmin içindeki gerçek olana dönüşmüştür. Dolayısıyla Muazzez ölmeseydi, kocası Yusuf ile ne kadar daha birlikte olabilirdi; nereye kadar kaçabilirlerdi. Yusuf o geceyi ne kadarıyla unutabilirdi! Silahıyla hepsini temizlemişti! Ya da romandaki o çatışmadan Muazzez sağ çıksaydı da Yusuf ölseydi, acaba Muazzez’in “geleceği” ne olacaktı?
Adam’ın kendisi hayâl değil, “yok adam” değil de etiyle kemiğiyle somut biri; varlığı bilinen biri. Onu “Hayâl Adam” diye adlandırmamın nedeni, tahmin edileceği gibi çok hayâl kuruyor oluşu. Aslında hayâl’ler içinde yüzüyor desem daha doğru olur; yâni hayâl onun sıfatı. Ama onunki başka türlü bir hayâl! Örneğin, Pessoa’nın dediği bir insan ömür boyu hayâl kurarak yaşayabilir cinsinden değil de, şu zihinde “proje” üretme meselesi. Öte yandan Pessoa’ya çok uzak değildir hani, yakındır, hısımlığı da vardır bizim Hayâl Adam’ın!
Proje onun yaşam biçimi! Sözcüğü bir türlü sevemedim ama Türkçe karşılığı doğrusu derdimizi anlatmaya pek yetmiyor. “Tasarı” dediğimiz zaman, pek derinliği (zenginlik) olmuyor hele bizimkini düşündüğümüzde. “Tasarlamak” olarak fiili kullanıyoruz, bu sanki çok uygun. “İsim” olarak kullanımda sorun çıkıyor, zorlanıp “proje” diyoruz. Daha doğrusu ben zorlanarak diyorum; çünkü etrafımda bu proje sözcüğü yağmur gibi. Proje’den uzak durmak istemem de, tecimselliği içermesinden. Hayâl Adam’ın tecimsellik ile pek bir ilişkisi yok, kuşkusuz o da parası olsun ister, kim istemez, olsun da dünyayı dolaşsın. Zaten gezmeyi çok sever; özellikle de Latin Amerika’ya gitmeyi ki ara sıra bir şekilde gider. Hattâ ben bu yazıyı kaleme alırken o Arjantin’de!
Henüz 21 yaşında Küba’ya gidiyor, dünya gençlik festivaline, kendisi tek başına gitmiyor, bir kâfileyle gidiyor, dernek götürüyor; dernek, örgüt. Bana da demişlerdi sen de gideceksin diye ama ne hikmetse götürmediler, kim bilir böyle kaç kişiye demişlerdir, söz vermişlerdir! O gidiyor, gidiş o gidiş, diline, memleketine, suyuna, kızına âşık oluyor, kuşkusuz bu başka bir öykü, kendisi anlatmalı. Burada önemli olan, kamusal önem bu, İspanyolca öğrenip Latin şiirini, edebiyatını bize elinden geldiğince aktarması, tanıtması; çeviriler, yazılar, kitaplar… bu da aşk’ın katkısı olmalı…
Anlaşıldığı gibi çok yakın arkadaşım, dostum hem de çok eski. Ona göre 1976, bu tarih doğru olabilir, arkadaşlığın başlaması değil de ilk karşılaşma, tanışma falan diyebiliriz. Anılarını da yazmaya başladı geçenlerde, neyse bu konuya sonra geleceğim, öncelikle proje. O kadar çok üretir ki yetişmek olanaksızdır. Yetişmek derken, dinlemek; karıştırırsınız hangi proje şimdi anlattığı, diye! Bir toplantı için birlikte Ankara’ya gitmiştik birkaç yıl önce, otobüsle gitmiştik. Zaman nasıl geçti, yol nasıl tükendi fark edemedim. Çünkü yeni projelerinden söz etmişti. O sıralar aynı yayınevinde çalıştığımız için, zaten sık sık görüşüyorduk ve en az haftanın bir günü yeni projelerini dinliyordum. Hayır anlattığı onlardan değildi, gerçekten de “yeni”ydi. Yolun ve zamanın geçtiğini nasıl anlayamamışsam, o yeni projeleri nasıl ürettiğini de anlayamamıştım. Acaba bu projeleri yol için akşamdan mı düşündü, diye de kendi kendime sormuştum. Kuşkusuz çok yakın arkadaşım olduğu için zaman zaman ona da benzer soruları sorarım!
Biliyorum, Arjantin’den döndüğünde, bir değerlendirme toplantısı yapacağız, özellikle Buenoas Aires’i anlatacak ama asıl oradan esinlendiği ya da yolda uçakta falan “hayâl ettiği” projeleri anlatacak. Adım gibi eminim. Kim bilir kaç yeni proje. Yaşam biçimi proje dedikse, “varlık biçimi” de şair, bunu belirtmek gerek. Bizim kuşağın has şairlerinden. Ayrıca editör, dergici, yayıncı, çevirmen; edebiyata katkısı çoktur, çok sayıda genç yazar, şair yayınlamıştır. Dahası, benim gibi bir şiir heveslisinin ilk şiir kitabını basıp da okura müsallat etmiştir! Neyse, öte yandan projelerin çoğunluğu şiire, edebiyata dair ama bazen kimsenin aklının ucundan geçmeyen konular bir “proje” olarak karşınıza çıkabilir. Eh, o kadar çok üretiyor ki bu da kaçınılmaz artık! Projelerinin bir özelliği, sizin de yer almanızdır; neler yapılacaksa o işte, etkinlikte bir şekilde siz de varsınızdır. Hattâ şahsınıza yönelik projeler de anlatır. Bunları sohbet sırasında mı, yoksa daha önce mi tasarlamıştır, o da başka bir mesele tabii ki! Sonuçta şu bunalımlı, sıkıntılı, kederli günlerde, hoşça kal deyip ayrılırken içiniz aydınlıktır.
Anılarını kaleme almaya başlamıştı; geçen yıl iki yazı da yayınladı, doğrusu hiç beklemezdim ondan böylesine bir çalışkanlığı. Şiir başka bir konu tabii ki ama düzyazı meselesinde dergicileri, editörleri biraz “bekletir” sevgili arkadaşım! Doğal, herkesin bir huyu var. Bu iki yazıyı Özgür Edebiyat’ta yayınlamıştı; ancak dergi, yayınını “tadında” bıraktığı için, her ne kadar “yazmak istiyorsa” da yazmaktan kurtuldu. Ben bu fiili kullanıyorum onun için, bilmem kendisi ne der. Anılarının bir yerinde tanışmamızdan, o zamanki karşılaşmalarımızdan söz ediyor, kalemine sağlık, ne var ki yazdıklarının “gerçek” ile biraz sorunu var. Hattâ bu sorun’dan, adım da nasibini almış. Anı da böyledir zaten, nasıl hatırlıyorsanız öyle yazarsınız!
“Hep o pembe soluk perdeler. Güneş bu küçük pencereden hiç ayrılmaz. İçerisini görmek mümkün değil. Ama hayal etmesi kolay. Herhangi bir apartman mutfağı işte. Tabaklar, tencereler, havagazı ocağı, kirli bulaşıklar. Bu mutfağı ötekilerden ayıran tek özellik, duvardaki çiviye asılı duran yemyeşil naylon önlüktür. Rüzgârın hafifçe oynattığı perdelerden içeriye kaçamak göz atan, bu önlükten yayılan yeşil rengin o daracık, rutubetli, loş yere umulmadık bir değişiklik, bir güzellik kattığını duyar. Hemen onu giyecek olan, ona bürünüp havagazının başında yemek pişirecek, patlıcan, köfte kızartacak kadın hayal edilir.”
Oktay Akbal’ın Suçumuz İnsan Olmak (1957) adlı romanı böyle başlar. Üçüncü tekil şahıs anlatıcıdan dinlediğimiz roman buruk bir “gönül” öyküsüdür. Bu gönül serüveni, alıntıdan da anlaşılacağı gibi o pencere aralığından Nuri’nin gözüne çarpan yeşil renkli önlük ve o önlüğü takacak kadının hayaliyle “başlar”. Kış sonudur ve Ankara’ya ilkbahar da yaklaşmaktadır.
Edebiyatımızda çok farklı bir yeri vardır Akbal’ın; öncelikle yaşamını yazar hikâye ve romanlarında. Gerçi yaşanan bire bir romana girmez, değişir, dönüşür; tabii ki her yaşanan da yazılmaz. Kendisi de bunu çok açık bir biçimde dile getirir. Bu anlamda Akbal’ın değil ama romanın karakterleri Nuri ile Nedret’in peşine düştüğümüzde, hayali kurulanın gerçekleşme ânındaki kırılganlığından açıkça söz edebiliriz pekâlâ.
Belleğim zayıfladı, çok şeyi anımsamıyorum, kitapların yazarların ilk ânda bazen adı aklıma gelmiyor, bir oyunun filmin, bir ressamın; zorluyorum yine gelmiyor, alıştım artık, belleğimi kendi hâline bırakıyorum, bir süre sonra buluyorum da uykusuzluğun nedenlerinden biri olmuyor! Bulamadığım zamanlarda da, ister istemez eski inatçılığımdan uzaklaşıyorum. Zaten görüştüğüm insanlar da azaldı, ben mi onları aramıyorum onlar mı beni, bunu da pek anımsamıyorum, unutuldum bir kış günü gibi. Tuhaftır, havalar soğudukça Boğaz yalnızlaşıyor. Yalnızlığım ve hayallerimle yaşayıp gidiyorum, işte.
Şairi örnek alarak söyleyebilirim: hayallerle yaşlanıyorum; Keats mi Yeats mi demiş, dediğimde, Keats olamaz genç yaşta öldü, diyorsun zekice. Çok şaşırtıyorsun beni. Sanırım sana âşık olmamı isterdin, sana şiirler, denemeler yazmamı. Aslında arzuydu beni sana çeken, kollarıma alıp sevişme isteği, açıklamadım, belli de etmedim ki aramızda hiç konu edilmedi. Aslında bir gün söylemiştim İstanbul’un orta yeri bir kafede, içkiliydin anımsamıyorsun, anılar birbiri içine giriyor, şimdi o kafe de yok!
Severim gerçekten; ne var ki aşk değil bu ve o yıllar daha çok günü birlik ilişkilerdi yaşadığım. Kelebek gibi özgürce uçmak, özcesi. Onlar da aşkın içine girmiyor mu? Cinsellik yoğundu doğru, peki cinsellik aşkın temeli değil mi? Daha çok yazıydı aşkla koşut giden ama üçünü de yoğun yaşadığım durumlar olmadı mı? Azdı ama olmuştu. Cinsellik, duygu ve yazı. Belki de kırmamak için baştan çıkarmadım. Böyle denebilir belki. O zamanlar genç bir kızdın ve baştan çıkmaya çok hazırdın. Bir gecelik ya da günü birlik ya da cinselliğin egemen olduğu geçici ilişkiye râzı gibi görünüyordun ama ne çok kırılırdın. Üstelik seni hâlâ arzuluyorum, bazen hayallerimdeki fanteziye konuk oluyorsun, öznesi oluyorsun, cinsel bir özne ama oluyorsun işte.
Düşüyor düşüyor, karanlık içinde yitip gidiyor, ömürboyu unutulmayan ân, yıllarca sürüyor izi, büyüyünce geçecek ama uzun sürüyor, çocuk işte düşüyor düşüyor, ölümü nerden bilsin, karanlık bir dünya hep, oysa gündüzleri diye bir şey var, bilmiyor henüz güneşin eylemini, ölümü de bilmiyor, o düşmüş, kafası yerden yere, önce karanlık sonra annesinin kucağında, annesinin kokusu, sıcaklığı iyi geliyor, hangi çocuğa iyi gelmez ki anne kolları, günlerce sürüyor ağrısı, gözyaşları, çocuklar düşünce ağlar ama bu kez başka, başka olduğunu da çok sonra anlayacak, büyüyünce, zaten insan büyüdükçe anlamıyor mu dünyayı, anlıyor mu?
Anne bir kez daha hayat veriyor, anne hayat verir; yaşam buluyor o kucakta bir kez daha, ne kadar da şanslı, annesi günlerce kollarıyla sarıyor, kokluyor kokluyor kokluyor...
Tekrar elinden tutup koşacak, sürükleyecek sokaklarda, dar sokaklarda eyüp olmalı, en eski istanbul semti, tulumba tatlısı, düdüklü testiler, trampet, ünlü oyucaklar işte bayramlarda alınan; elinden tutup sürükleyecek, otobüste yer kapmaca, meğerse ne küçükmüş o sokaklar, büyüyünce anlayacak, oyuncaklar da kalmamış.
Şimdi saçlarında yokolmak vardı; dudaklarında hayatı duyumsamak vardı.
Bir rastlantının yüreğime sapladığı vardı, bulutların ardından çıkan dolunay da tanıktı.
Dolunay bulutların ardındaydı; saçlarınla yüzünü sakladığın gibiydi...
Kuzguncuk. Nakkaş Tepe’den genç bir adam olarak karşıya, güneşin kızıllığına bakmaktayım. Gözlerim Boğaz’ın maviliğinden yukarıya çıkıyor, o gri bina bloğuna takılmadan geçerek, bunun üstünde yer alan birçok gökdelen bozuntusunun bile güzelliğini bozamadığı kırmızı yuvarlağa takılıp kalıyor.
Güneş “ağır, ağır” değil tersine çok hızlı batıyor, bu kızıllığa ve bu “vakte” geldiğinde.
Bir sonbahar günü, biz ki, hep sonbaharı yaşadık, genç bir adam olarak giden sevgilinin ardından, bu çirkin griliği ezen mavi ve kızıllığa bakıyorum.
Macide, Ömer’in ellerini yakalar, onu kendine doğru çeker, bir güvence bulmuşçasına sokulur ve kulağına fısıldayarak: “Sizden başka hiç kimseye inanmıyorum ve sizi seviyorum” der. (s.133) Bu, İçimizdeki Şeytan’ın üçte birlik bir bölümüdür ve pek güzel biçimde burada da, etkili yazılmış ama sonu açık bir aşk öyküsü yâni bir novella olarak bitebilirdi. Ancak başkarakter Ömer’dir ve onun kişiliğinin yoğun çapraşıklığı, yazarın niyeti böyle olsaydı bile, olay örgüsünü dolayısıyla romanı devam ettirirdi. Peki hangi nokta, hangi aşamadır Macide’nin “Sizden başka hiç kimseye inanmıyorum ve sizi seviyorum” demesi? Aşkın çağrısının duyumsandığı bir bahar gecesinin sessiz vaktidir.
Macide son zamanlarda eve geç gelmektedir ki bir akrabasının yanında kalmaktadır. Bu geç kalış yüzünden, dahası vesilesiyle altından kolay kolay kalkamayacağı ve yanıt da veremeyeceği hakaretlere uğrar. Sonra, evet genç bir kadın için sokağa çıkmanın imkânsız bir vaktidir, bavulunu toplar, nereye gittiğini bilmeden ama son derece kararlı dışarı çıkar. Aynı kararlılık ve bilinmezlikle yürür. Biraz ileride, o akşamüstü Boğaz’da kayıkla mehtap gezisine çıktığı Ömer beklemektedir. Son günlerde eve geç gelmesinin nedeni de Ömer ile buluşmaları, gezmeleridir. Ancak hakarete uğramasının asıl nedeni, iki ay kadar önce babası ölmüş olduğundan memleketten ailesinin gönderdiği paranın kesilmesidir. Macide’nin de kaldıramadığı budur! Ama orada Ömer’i bulacağını hiç tahmin etmiyordur!
Piyano Çalan Taşralı Kız
Önceki yıl ortakolu bitirmiş, ancak okula iki yıl geç gönderilmiş olduğundan genç bir kızdır artık. Öte yandan ilkokul zamanından beri müziğe olan yeteneğinden dolayı hocalarından özel ilgi görmüştür. Nitekim bu ilgi yüzünden, ortaokul ikinci sınıfındayken müzik öğretmeni Bedri ile anlamsız yere adı çıkacak, Bedri de romanın ilerleyen sayfalarında bizim karşımıza çıkacaktır. Macide’nin akrabalarından Emine teyzesi, kocası Galip ve kızı ile Balıkesir’den ayrılıp İstanbul’a gelmiş, Şehzadebaşı’ndaki bir evde oturmaktadır. Emine’de taşra görgüsüzlüğüyle bir sınıf atlama arzusu vardır; bu yüzden de, müzik yeteneği olan Macide’yi yanına alıp, konservatuara gitmesine ön ayak olur ama Macide’nin babasından da her ay bir para doğal olarak gelecektir.
Ne var ki Macide bu evde yalnızdır, yabancıdır. Emine teyzesi Batılılaşma’nın ya da alafrangalığın bir simgesi olan piyanoyu gayet güzel icra eden kıza son günlere kadar yâni paranın kesilmesine kadar yakınlık göstermiştir. Biraz da, hemen hemen hiç kullanılmayacak ya da kırk yılda bir özel misafirler geldiğinde ortaya çıkan bardakların, kadehlerin, tabakların sergilendiği misafir odasındaki vitrinli büfe gibidir Macide, Emine teyzesi için! Kaldı ki Macide, Balıkesir’de de yalnız ve yabancıdır. Öte yandan bu yalnızlık ve yabancılık durumu onu, iki ayağı üzerinde duran dirençli, kararlı genç bir kız yapmıştır!
Sait Faik Abasıyanık “küçük insan”ın dramını yazdı; kalabalıklar içinden bulup, bir insanlık sorunsalı olarak okura sundu. Yazmayı çok sevdiği belli. Sait Fait ömrü boyunca ki ömrü çok uzun sürmedi*, yazmayı, yalnızca yazmayı seçti. Hikâye türü, onun vazgeçilmezliği olan “yazmak” ile özdeşleşen varolma biçimiydi.
Zaten, hikâyelerinin anlatıcısı çoğunlukla birinci tekil şahıstan ve aynı zamanda anakahramanıydı. Onun “ben”ini görürüz bu anlatıcıda. Ne var ki yazınsal gerçeğin özelliği olan bir dönüştürme vardır; dolayısıyla, bir öznelleşme yer alır, yapıtlarında.
O “ben”, evrensel bir insanlık duygusunun odağı olduğu için Sait Faik, insanlığın tüm çelişkilerini, bunalımlarını yapıtlarının temeline yerleştirmiş olur; ona göre her şey “bir insanı sevmekle başlar”.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!