I
boğaz puslu bir sabah
karşı koyu bir kütle
belli belirsiz tekneler
geçip geçip gitmede
Yazsonu bir kıyı kasabasında geçmişe bakan, sıkıntılı ama bir o kadar da yüreğinde umut goncası taşıyan bir yazarın “yaşlılık güncesi” diyebileceğimiz –Oktay Akbal’ın son romanı– Batık Bir Gemi’de şöyle bir cümle var: “Her öyküde bir yaşam vardır, benim özyaşamım.”
Akbal’ın hikâyeleri, çok genç yaşında yayınlanmış; o hikâyeler kendi yaşadıkları. Ama yazınsal metne, dönüşerek girmiş doğal olarak. Hemen hemen onun yazarlığının bütünlüğü böyle. Yani “kurmaca” metinlerinde, hikâyelerinde, romanlarında böyle. Romanlarına daha çok novella demek gerekir belki de. Hatta bizde birkaç örnek saymazsak Akbal bu “tür”ün en önemli temsilcisidir, diyebiliriz. Öte yandan asıl özelliği ise kendi yaşamını yazmak; yazmak ama nasıl yazmak. Yine Batık Bir Gemi’den: “Ama tüm öyküler, romanlar kurmaca değil mi? Kişi kendi yaşantısını bile noktası noktasına yazamaz. İlle de işin içine gerçekdışı bir şeyler katar. Anı dediklerimiz bile yarı yarıya kurmacadır, düşlediklerimizdir. Ama düşlerimiz de yaşamımız değil mi? ”
1940’larda, henüz doğallığını koruyan İstanbul’da, bir yanı öksüz bir yanı dünyanın bütün dertlerini taşıyan o gencin hayal-gerçek evreninden çıkar ilk hikâyeler. Sokaklarda, caddelerde sigarasını yakmış dolaşan, başında kendisini daha büyük göstersin diye taktığı kocaman bir şapka; işte o genç. Bazen bir sinema salonunda, arkada küçük bir locada, yanında genç bir kız, tüm utangaçlığıyla elele, bazen bir arkadaşıyla bir şarapçıda savaşın tedirginliği masada; işte o ânlar. Garip, yoksul insanlar kendi öykücükleriyle de girer yaşamdan sayfalar gibi… Bazen de yalnız bir Boğaz iskelesi, bir kahve, bir berber aynası, boş bir park kanepesi, bir tren, büyük hayalleri besleyen bir Bizans definesi… Tüm bunlar o hikâyelerin içindedir.
Kimsecik Üçlemesi, Yaşar Kemal’in son dönem başyapıtlarından. Çağımızda epopenin son temsilcilerinden biri olan Yaşar Kemal, Kimsecik’te bir tanıklığın, bir göçün, evrensel bir durumun destansı öyküsünü yazar. Bu destansı üçleme, özcesi, evrensel bir durum olarak “korku”nun olağanüstü betimlemesiyle Kaf dağına doğru düşsel yolculuğa çıkan çocuk dünyasının resmedilişidir.
Bu üçlemede önceki yapıtlara “açık” göndermeler de var. Daha önce Yaşar Kemal’in romanlarında tanık olduğumuz birçok öğeyi burada “metin içi gönderme” biçimiyle buluruz. Ne var ki Yaşar Kemal’in göndermesi, yapıya ilişkin bir gönderme değil, bir bakıma yeniden ele alıştır. Büyük bir insanlık serüvenini yazan Yaşar Kemal; Kimsecik Üçlemesi’nde bu serüvene tekrar dönüp baktığı için (ki bu yarı-düşsel bir çocuk atmosferinden verilir) bu göndermeler bir anlamda zorunluluk olur. Ya da belki şöyle diyebiliriz, anımsananlar, yalnızca bir kez anımsanmaz...
Kimsecik Üçlemesi’nin yaşamöyküsel bilgiler ve tanıklar içerdiği kesin. Bu böylece, bir kimlik sorgulamasını da gündeme getiriyor: Nereden gelip nereye gidiyoruz? Ailesinin Van’dan kalkıp Adana’ya gelişi. Yoldaki serüvenler ve yerleştikten sonraki serüvenler. Küçük Mustafa’nın canından çok sevdiği babası İsmail Ağa’nın evlatlığı Salman tarafından öldürülüşü: bitmez tükenmez bir kan davası ile ardından gelen korku ve ölümler...
1. Yaşamımız Ne Rastlantılara Kaldı!
Çok değil yarım saat kadar önce biriyle bir yazarın usta denemeciliğinden söz ediyorsunuz. Sıkça karşılaştığınız bir yazar dostunuz hakkında konuşuyorsunuz. Yıllardır usta bildiğiniz birine dair anlatıyorsunuz. Dostluğunuz, sevginiz süren biri hakkında övgüyle konuşuyorsunuz, olup biteceklerden habersiz.
Çok değil bir iki dakika önce geçiyorsunuz oradan. Nereden bilebilirsiniz, içerde çok sevdiğiniz biri var ve bir iki dakika sonra bir bomba patlayacak ve ağır yaralanacak. Yaşamımız ne rastlantılara kaldı!
Çocukluk ve gençlik yıllarımın geçtiği Bakırköyü’nü dünyanın en güzel yeri olarak bilirdim. Benim için hâlâ öyledir. O yılların, o bahçeli iki katlı evleri; yediveren gülleri, çeşit çeşit meyve ağacı ve özellikle de sakin sokakları.
Hele de yaz gelmeye görsün!
Yazlık sinemaları, haziranda açan gülleri ve de kırmızı gülleri. Tabii ki aşk. Yazın sesi aşkın da sesiydi.
Güneş batıyor, tepenin ardından. Daha sarı geçen aydan. Artık Eylül, yarım ay körfezin üzerinde; gündoğusu bir ayrılık şarkısı...
Kumsala çekilmiş kayıklar, yazsonu habercileri. Kız ile oğlan sarmaş dolaş; belki de son kucaklaşmalar, son ânlar, son öpücükler; yollar ayrılacak. Kim bilebilir sonrasını.
Güneş battı, Somatraki ve İmroz eflatunî bir renk aldı. İçimi hüzün kaplıyor, bir yaz daha bitiyor. Kız ile oğlan bir türlü ayrılamıyor.
Gün Uzar Yüzyıl Olur’da1 Aytmatov, kanımca bir başyapıt yaratmakla beraber, bir savı, günümüzün emekçi insanı nasıl olmalıdır savını ortaya koyuyor ve bunu romanının içinde okura sunarken, geleceğin toplumuna ilişkin düşüncelerini de sergiliyor. Aytmatov sanki bir toplumbilim “problemi” çözüyor; ancak bunu yaparken, yani günümüzün emekçi insanını (kendi felsefesinden) kendi bakış açısından ve geleceğin toplumunun nasıl olacağına, bu toplumun yapısına dair küçük küçük ipuçları verirken, romansal yapıdan, romanın özünden uzaklaşmıyor, tersine estetik açıdan da romansal güzellik açısından da başarılı bir çalışma ortaya koyuyor. Bu ortaya koyuşta, söylencelerden, efsanelerden masallardan olabildiğince yararlanıyor, halkının kültürel kalıtına sahip çıkıyor ve “hayal ürünü” (bilimkurgu) öğelere başvuruyor. (Ayrıca, yapıtının başında bu çalışmasıyla ilgili bilgiler veren yazar, anlattıklarının gerçek yaşamda karşılığı olmadığını belirtiyor.)
Sarı Özek bozkırındaki bir tren istasyonunda geçen yaklaşık bir gün anlatılır, romanda. Bu istasyon bir geçit, bir durak yeridir. Doğu’nun Batı’ya, Batı’nın Doğu’ya bağlandığı, Sovyetler Birliği’nin demiryolları bakımından önemli bir noktasıdır. Bu nokta binlerce kilometre karelik bomboş bozkırın ortasındadır. Roman bir günün öyküsüdür ancak “gün uzar yüzyıl olur”. Geriye dönüşlerle, zaman zaman on yıl, zaman zaman kırk yıl önceye, hatta yüzyıl önceye dönülerek, söz konusu olan zaman kesiti öyküleniyor. Olay yazar tarafından (anlatıcı) anlatılıyorsa da romanın başkişisi Yedigey yer yer sözü alıyor. Yedigey, Boranlı Durağı’nın bu çalışkan emekçisi, yazarın önsözünde belirttiği ve tartıştığı “emekçi insanı”dır, toplumun emekçi bireyidir.
Yedigey’in çok yakın arkadaşı Kazangab’ın ölümü, romanın başlangıcıdır. Gerçi, başlangıçta bir betimleme bölümü vardır. Bu bölüm Boranlı Durağı’nın betimlemesi olduğu için olayla organik bağı vardır. Bu toplumsal bir bağdır. Emekçi Yedigey, bu doğa tablosunda yıllarca çalışmış ve bu tabloda toplumun bireyi olarak var olabilmiştir. Eğer, insan (anlatılan, çizilen, kişileştirilen, tipleştirilen) romanda anlatılacaksa, aynı romanda doğal koşullar içinde nefes alıp-veren insanın nefes alıp-verdiği doğa’nın en canlı biçimiyle sergilenmesi gerek. Bu gereklilik, Aytmatov’ca yerine getirilmiş. Yazar, böyle bir başlangıç yapmakla (romanın içinde de yer yer doğa betimlemeleri serpiştirilmiş) insan-yaşanılan çevre, hatta toplumsal yapı (biçim kategorisinde) ilişkisini ve tek tek algılanmasını daha da kolaylaştırmış. Böylece okur, incelikle, titizlikle ayrıntıların güzel bir şekilde işlenişiyle yapılan ve aktarılan bu betimlemeyle romana başlamış oluyor.
Kazangab da emekçidir, ayrıca Yedigey’i bu durağa getirendir, ikisi can dostudur, arkadaştır. Birlikte birçok güçlüğün, insan gücünün en son sınırına dayanarak üstesinden gelmişlerdir. Boranlı Durağı’nda işler aksamasın, ulaşım tökezlemesin diye ellerinden geleni birlikte yapmışlardır. İşte böylesine birbirlerine yakındırlar. Yalnızca iş yaşamında mı? Kazangab, öğütler vermiştir ona bir anlamda ağabeylik etmiştir. Yedigey ahlaksal ediminin gereği olarak, Kazangab’ın cenazesi için elinden gelen her şeyi yapacaktır, yapar da... Yedigey’in bu eylemi, O’nun kişiliğinden ipuçları verir ve bu eylem koskocaman bir romandır, her şey bu yapma eyleminin içine oturtulmuştur: toplumsal yapı, eleştirel yaklaşımlar, birey, sevda, bilimkurgu, söylenceler, vb., tek tek dokunarak, işlenerek, genel yapı oluşturulur ve sunulur; bu sunuş Aytmatov’un üslubunun2 evrenselliği ve yetkinliği çerçevesinde olur.
Aytmatov’un romanındaki eksen konu Kazangab’ın cenaze törenidir, bunun yanı sıra romanın bütününü oluşturan sorunlar: emekçi bir kişi (Yedigey örneklemesi) , toplumsal yapı (yer yer kişisel, yer yer kuramsal) , ulusların dış politikaları üzerine yazarın düşünceleri (güncel bir anlamı var) , geleceğin dünyasına ilişkin bir tasarım, Yedigey’in sevdası ve bir topluluk yaşamını sergilemek üzere Boranlı Durağı’ndaki yaşam ve kişiler arasındaki ilişkiler. Diğer bir yandan da insanı, insanın özgür düşünme faaliyetini ve bunun insanın başat gereksinimi olduğu ve insan olduğundan beri olması gerektiğini de iletmek ister.
Yazar önsözünde, kahramanı Yedigey için şunları söylüyor:
Bir/Beklemek
bir martının mavi uçuşu
özgürlüğün şarkısı mı, ki
beklemek bir sabırçiçeği, gururla
imkânsızlığın yakın sesi de olsa
hiç kapamayacaksın taçyapraklarını
Yaşlı adam şöyle der genç kıza: “Saçlarınızın teli neden bir özgürlük ipi! ” Kız önce duraklar ama sonra yanıtlar: “Ayın mavi olduğu gün vardır, işte o zaman saç tellerimin herbiri ‘mehtabın kırık dal uçları’dır.”
Yaşlı adam tatmin olmamıştır bu yanıttan ve yine sorar: “Peki, ya özgürlük! ”
Kız şöyle der: “Özgürlük hiç yok ya da hep var! ”
Aşklar bitiyorsa sevgilim
Biz istemesek de
Çaresiz, mutsuzdur son
Yaşam çığlık çığlığa bölüyorsa
aşkımızı
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!