Huzur, duygusal, sentimental, iҫli, anlayışlı, bakınca görmeye ҫalışan, görünce etraflıca araştırıp inceleyen, davranışlarıyla yüreğini konuşturan insanların asla erişemeyeceği doruğu görünmeyen bir dağdır.
Huzur, sen onu elde etmek istedikҫe senden uzaklaşan ve psikologların, sosyologların ve pedagogların (buna kendimde dahil olmak üzere); iyimser ol, pozitif düşün, her şeye olumlu bak demeleriyle öyle pek kolay kolay erisilebilecek bir yaşam standartı olduğunu düşünmek kendimizi kandırmaktır. Kimse bana, ben pozitif düşünerek bu kadar ilerledim diyemez! Ama tersi de bizi ileriye taşımayacağı iҫin her şeyi dikkatlice yaparak hayatı akışına bırakarak yaşamaya ҫalışmalıyız! Gerisi nafile!
Seni bulduğum gün huzuru bulmuştum, sen son nefesini verdiğin gün o huzur yoktur artık!
Kleve - 25.01.2020
İlginç Raslantı
Bu yıl Ağustos ayının dördünden itibaren yıllık izinimi kullanmak için izine ayrılmıştım. Ỉzini planlarken amacım yirmi günlüğüne bir Ỉstanbul ziyareti olacaktı, ama çeşitli ve kişisel sebeplerden dolayı bu izinimi erteleyerek Ỉstanbula gitmekten son anda vazgeçmiştim. Ve gerçekten iyi de yapmamıştım. Yıllardan beri ihtirasla istediğim bu ziyaret kendi hatalar zincirimin sadece bir halkasıydı benim biyografimde... Ben de kendimi teselli ederek gezdiğim şu Almanya’nın Frankfurt am Main kentinde kendime her gün can sıkıntılarımı aşmak için geliştirdiğim bir yöntem buluyordum. Bu kafeterya senin, şu bar benim diye dolaşıp duruyordum. 11 Ağıstos 2008 tarihi de aslında diğer günlerden farklı bir gün değildi, ben iyi uyumadığım bir gecenin ardından her zamanki gibi tıraşımı olup, duşumu aldıktan sonra temizce giyinerek gönlümce bir gün geçirmek için evden zevkle ve ıslık çalarak çıkmıştım, beni görenler ya lottodan para kazandığımı, ya da yeni bir bayan arkadaş bulduğumu sanarlardı. Bu sevinç rüzgarıyla tramvay durağına doğru hızlı ve neşeli adımlarla yürüdüm. Tahminen beş dakikalık bir bekleyişten sonra beklediğim tramvay geldi ve ben yine her zaman ki gibi boş koltuklardan birine oturarak yeni başladığım kitabımın sayfaları arasına gömülerek içimdeki neşesiz sevinci, neşeye dönüştürmeğe ugraştım. Okumanın zevkini gerçekten beşinci ve altıncı cümleden sonra olsa gerek, alarak tattım. Kaşımı kaldırdığımda tramvay da istediğim durağa gelmişti zaten. Ben de bu süre içinde bu kitaptan yedi sayfa kadar bir kısmı okumuştm. Kitabın konusu aydın, ilerici bir tarih öğretmeninin, öğretmenliği sırasında tarih derslerinde alışılagelmiş resmi tarihi irdeleyerek büyüteç altına almasından dolayı karşılaştığı güçlükleri anlatıyordu. Yani resmi tarihin „yalanlarını“ gerçekten gün ışığına çıkaran yöntemler kullanan bu Atatürkçü Öğretmen bir yönüyle aydın kuşaklar yaratmanın mücadelesini verirken, gelecek kuşaklara okuma sevgisinide aşılamak için verdiği olağanüstü gayretlerini sıralıyordu. Çünkü Türkiye’de 1950 yıllardan beri her alanda görülen yozlaşma en çok eğtim alanında gerçekleştirildiği için, sanırım ülkemizin şu an karşılaşmış olduğu sorunların da geçen 60 yılda ülkeye hükmeden bütün gerici ve sağcı partilerin dini kullanarak istedikleri başarıyı elde etmeleri bunun bir göstergesi olsa gerek. Bunun tersini iddia etmek demek, „kuma kafa gömerek, dünyaya bakmak“ demek olduğunu her aklı selim insan anlayacaktır. Cumhuriyet, Türkiye’ de Avrupa’da ki gibi tabandan gelişerek kurulan bir halk hareketi olmadığı için gelişimi de ancak askeri kontrollerle geçici başarılara imza atarak kalıcı olma mücadelesini sürdürmüştü. Ne zamanki benim deyişimle sözde „inmek – binmek demokrasisi“ endüstrileşmeyi yaşamamış, yarı kentli, yarı köylü, okuma yazmayı kıt kanat beceren, düşünmeyen, sorgulamayan, itaatkar bir halkla salt çoğunlukları sağlayarak ikdidardaki partiler istedikleri kadroları, istedikleri bakanlıklara getirerek adım adım iktidarlarını kuruyorlardı. Bu bir yönüyle bana Selçuklu Devleti’nin feodal beylerinin karşılıklı sürdürdükleri it dalaşını andırıyordu. Bir kaç ilerici Kemalist aydının ve Kemalizmi canı pahasına savunan subay kadroları işin üstesinden gelemiyorlardı. Çırpındıkça batış misalini oynayan „Türkiye Sosyaldemokrasi’sinden ümitler tamamen kesilmişti. Kısa msafede kitaptan edindiğim bu bilgiler benim içimdeki öteki acılarımı bir nebze de olsa dindirmişe benziyordu. Ỉnisten hemen sonra ilerideki bankama giderek biraz para alıp harcamak istiyordum. Ỉlk işim kremalı bir Cappuccino içerek güne merhaba demek olacaktı. Ben gerekli parayı kontomdan çektikten sonra şehirin merkezine doğru giden onlarca metro ve tramvaylardan dört numaralı metroya binerek on dakikalık ikinci bir yolculuktan sonra istediğim istikamete de gelmiştim. Binlerce insan içinden sıyrılarak uzunca yürüyen merdivenlerden birine atlayıp sessiz ve sakince etrafımı ayrıntılarıyla inceleyerek Kadınlar Kilisesi’ni geçip, Frankfurt Merkez Kütüphanesi’nin merkez binasındaki Kafeteryaya gelmiştim. Hemen köşedeki boş masalardan birisine rahatça oturarak solumdaki masada oturarak kahvesini içip kaşığını yalayan güzel bir Alman bayanı gizlice göz altından seyretmeğe başladım. Bu arada garson kızın gelmesini bekleyerek listeyi elime alıp evire çevire döndürerek bakmış gibi yaparak öyle duruyordum. Hava bu ülke için normalin biraz üzerinde olduğu için cappuccino içme fikrimi bir saniyede değiştirerek büyük bir cam tabakta 5.90 Euro değerinde mevalı bir dondurma ısmarladım kendime… Bu arada bir yandan da çaktırmadan sol tarafımda oturan bayanı hala seyretmek için arada sırada ona dogru bakışlar fırlatıyordum. Bu arada şehirin bu ana merkezi sayılacak yeri bana Türkiye’de ki bayramdan önceki Pazar yerlerini andırıyordu. Daha on dakika geçmeden ananaslı, kivili, mangoslu ve kirazlı dondurma tabağım da gelmişti. Kendi içimden bu manzara görülmeye değer diyerek geçirdim ve eğer hava sıcak olmasa çok yavaş yeme isteğimde olabilirdi. Ama ben normalden fazla acele ederek yavaş yavaş meyvalı dondurmamı kaşıklamağa başladım, dondurmayı yerken, bir yandan da bu orta güzellikte ki Alman hanımla bir diyalog kurmanın felsefesini yapmağa uğraşıyordum. Bayan kırkını ya yeni aşmış, ya da kırkına yeni basmıştı yaş itibariyle… Ö öyle sesiz başı öne eğik melankolik ve elemli bir şekilde düşünürken; ben onun elbiselerini, saçını, ellerini, giydiği ayakkabısını, omuzlarının duruşunu, göğsünü, yüz ifadesindeki mimikleri, sukunetini ve kilosunu tahmin ederek zamanımı geçirmeğe çalışıyordum. Sonra birden güneşin dönüşüyle gördüğüm yüzünün soluk oluşunu görmem, duygularımın emriyle harket eden mantığım, onunla kontak aramama gerek olmadığı sinyalini beynime gönderdi. O şu andan itibaren kilolarının aradığım özelliklerde birisi olmasına rağmen benim beynimdeki formata uymuyordu. Bakımlı yüzleri, onun içindeki gizli soğukluğu gizleyemiyordu. O bu arada yinede bir iki defa benim tarafıma bakarak hesabını ödemek istiyordu. Bunu ben davranışlarından anlamıştım. Ama ben açık vermeden bir daha onun tarafına bakarak karşılıklı bir gülümseyişle cevaplandırmıştım. Gayet sakin olan bu hanımefendi, acaba benim bakışlarımı farkedip rahatsız mı oldu diye içimden geçirirken o da hesabınını ödüyordu. Ben ona bir daha tepeden tırnağa bakarak vucut olarak hiçte fena sayılmayan bu hanımla neden iyi bir diyalog kuramadığıma hayıflanırken, bu kez ki bakış ondan geldi ve gülümseyerek, kibar Almancasıyla „size iyi günler diliyorum“ diyerek kalkıp ters istikamete doğru yürüyordu. Bende hemen hafifçe başımı çevirerek ona baktığım da o hemen yandaki oldukça modern mimari bir tarzda yapılmış bir binaya girmek için sol cebinden çikardığı şifreli kartı ile kapıyı açarak bu binaya girdi. Bina Franfurt Belediyesi’ne ait bir bina idi. Kapının hemen girişinin sağ yanındaki kartallı armanın altında: Kadınlardan sorumlu bir müdürlük kolu olduğu anlaşılıyordu (Frauenbeaufrtagte für Frankfurt am Main).
Ben bu dikattli bakışlarımı bir kişiye endekslerken rüzgar gibi kayıp olan bu insan için daha fazla bir düşünce derinliğine dalmaktan vazgeçerek, düşüncelerimde geri dönüp masama geldim ve meyvalı dondurmamı kaşıklamağa devam ettim. Bu benim birden iç dünyama dönüş ile geride bıraktığım o acılı, ama çok acılı ayrılık olgusunu yine dimağıma sokmağa uğraştığı için beni bir kez daha zorluyordu. Ama bu artık benim için çaresiz bir durumdu, ben bu ilişki için gösterilecek bütün özveri ve gayretleri göstermiş olmama rağmen karşı taraf sürekli beni suçlayarak yeni kurallar koymuştu. Artık yeni şartların bittiğini anladığında ise, sudan bir bahane ile benden bir daha görüşmemek üzere ayrılmıştı. Bana da bu çaresiz duruma boyun eğişten başka bir sorumluluk düşmediği için, zoraki kabullenmenin dışında bir alternatif kalmamıştı. Kendimi teselli edip, ağlayan kalbimi, suni yüz gülüşleriyle örtemeğe çalışmayı sanat edinmek için yeni yöntemler üretiyordum kendi kendime… Böyle karmaşık düşünceler içerisinde kıvrılıp dururken, kitabımı çantamdan çıkarıp okumağa başlama isteği belirdi birden içimden. Ỉçimdeki sonsuz istek bu kitabı sıkıcı bir kitap olmasına rağmen, bir çırpıda okuyup bitirme isteğiydi. Onu özenle cantamdan çıkarıp kaldığım yerden okumağa başladım. Ben yaşanılan dünyadan koparak hayatın başka bir gerçeğine kendimi bırakarak okuma yoluma devam ettim. Kendimi Tuna Nehiri’nin akan sularına bırakan eski bir sandal gibi sayfaları sakin bir şekilde okuyarak yaprak yaprak çevirip kitabın derin iç dünyasına verdim. Oradaki betimlemeler öylesine derince işlenmiştiki, bir taşın anlatımı bile bazen üç sayfa kadar sürüyordu. Bazen düklerin, lordların o zengin malikhanelerinde bütün maddi zenginliklerine rağmen onlarında mutlu olmadıklarını biraz daha yakından öğrenme olanağım olmuştu bu kitabın bu bölümünde… Duvarları sağlam şatolar, bahçeler, yüzme havzları, kapıdaki korumalar, kıralların ebedi saray eğlenceleri yinede tarihte binlerce „Sisifus Sendromları“ bırakarak, acı hatıraları sadece yoksulların yoksullukla yaşamadıklarını hatırlatıyordu bana. Burada buna onlarca örnek verilebilinirde aslında… Evet, Arthur Schnitzler’in biricik kızının intihar etmesi, hemen hemen yanlızlıkla boğuşup ölen Napoleon, Viyana Operasının yazarı Van der Null, eseri Viyanalılar, özellikle de Ỉmperator tarafından eleştirilere dayanamayarak intihar etmesi gibi… Örnekleri çoğaltabiliriz, ama ben içimizi karartmamak için daha fazla misale gerek duymuyorum burada. Fakat inanılan Tanrı işleri daha da zorlaştırarak, imparatorlarında acılarını dindirmek yerine artırmıştır. Ben burada Avusturya – Macaristan Ỉmparatorundan bahsetmekteyim. Bu ada niye geldigimide hemen sizlere izah etme gereği duyarsam, gerçek şudur ki birinci dünya savaşının arefesinde gelişen olaylara biraz değinmek olacaktır. Bu bölgede süren iç karışıklıklardan bunalan bu adam, aynı zamanda duyarlı ve dertli de bir insan olmasından dolayı sabahın erken saatlerinde uyanarak bir tiyatrocu olan metresi (kapatması)nin kapısını çalarak ona günlük yaşamın bunalımlarından kalarak içini dökermiş. Çünkü koskoca Ỉmparator sarayında yanlızlığın acısını çekmektedir. Bu sıralarda koskoca imparatorluk sarayında kimse kalmamıştır. Onun sevgili karısı güzel Elizabet (Sisi), diye anılan Kraliçe kafayı sıyırıp, ruhu çok bozuk olduğu için zamanının çoğunluğunu Viyana’dan ayrılarak Avrupa’nın çeşitli yerlerinde geçirirmiş. Bu küçük örneklerde de görüldüğü gibi bazen maddi varsıllık mutluluk kaynağı olamıyor. Kitap bu ve buna benzer bir sürü tarihsel örneklerle, o can sıkıcı özelliğini terkederek, yerini bir akıcılığa birakmıştı. Bu bilgiler aynı zamanda benim içinde bir tekrardı. Lise yıllarındaki bilgilerimi böylelikle ya pekiştiriyor, ya da „aha“ diyerek heycanımı kendi içimde yaşıyordum. Yani bir yönüyle geçmişin kokusu yeniden aromatik bir hal alarak burnuma mis gibi güzel bir koku getiriyordu.
Tükenmiș gecelerin
Kıyılara vuran dalgalarında,
Şarkı gibi bakıșlarını hatırlıyorum!
Gözbebeklerin vuruyor yüreğime
Kederli bakıșlarla
Nice șelaleler akıyor zamanla!
Kendimi Sana Anlatamadım Ölüm.
Sen, bir temuz sabahi içime çektiğim toprak kokusu
Ağlamaklı bir yaz sıcağında, ürkütücü kızıl güneşin ışığında.
Dayının yüreği yangın yeri ... Yusuf Kızılöz
Senden önce de vardım, sanırım senden sonrada varolacağım. Doğanın diyalektiği gerҫeğinden yola ҫıkarak ve „devr-i daim“ sistemiyle binlerce ton yapraktan bin yıl sonra ҫıkan bir gram toprak gibi dönüşeceğim türlü türlü yaşama şekillerine…
Zaten hayat da „bu dünyada ki yaşam felesefesinin değişim ve dönüşümüyle hiҫ tükenmeden renkten renge değişen bir yolun yolcusu olmak demektir. Ben ölüme inanmayan, ama değişime inan birisi olarak bir sürekliliğinin doğa anaın bağrında, ilk önce yorgun bir bedenden ҫıkarak başka bir bedene, şekle, ağaҫa, hayvana, bitkiye, toprağa, suya, maddeye, madene dnüşe dönüşe hep varolacağım. Bütün kirliliğe, acımasızlığa, ezilmeye, horlanmaya, aşağılanmaya, dışlanmaya, sevilmeye, sayılmaya, kabullenilmeye ve reddedilmeye dair ben yinede kök salarak yaşayacağım yüzbinlerce yıl. Hatta bu üzerinde yaşadığımız atmosfer denen gezegenin binlerce ton ağırlığında bir meteorun yeryüzüne ҫarpması halinde bile başka bir şekle dönüşerek varolacağıma kesinlikle inanıyorum bilinҫli bir ateist elbisesi giyen birey olarak.
Belki ilk olarak yorgun bedenlerimizden göҫ ederek solan ruhumuz, daha sonrada düşüncelerimiz olacaktır. Yaşamda sanırım kanımca bedenin ve ruhun yorgun bir kirlenmesiyle yok olacaktır. Yeryüzü denen atmosfer özümüze ait olan her şeyi silip süpürerek mecazi olarak öldürecektir. Ama bu ölümü ben bir ölüm olarak değilde bir doğal dönüşüm olarak alıp kabul ettiğim iҫin yaşamı bu dünya veya öbür dünya diye bir ikilemeye ayırt etmek istemiyorum. Bunun arkasından giden sadece gözlerim olacaktır solan ve yeniden başka gözlerde canlanan. Sevmekten öteye giden bir nefretimin olmadığı gibi, aşktan öteye giden bir yasakta söz konusu olmayacaktır. Yaşam da, „her şeye maydonoz olmak“ denen bir deyim vardır. Bu deyimle anlatılmak istenen vicdanımızdan öteye geҫen kinin geҫerli olduğu bir evrende sevgi dolu duygularla kendini bularak, kirlerden arınmak demektir. Ve her doğan kızıl şafakla beraber doğum bir günlük yaşayan bir kelebek gibi akşama tamamlamak demektir. Yani her akşam binlerce kez ölerek şafak başka bir canlı olarak yaşamaya ve yaşatmaya vesile olmak demektir.
Bazen egoistҫe olan duygularımızın acılarını bastırarak değilde özgürlüğün okyanusunda dinlenerek işlenmiş cinayetlere kriminal ҫözümler bulan uzman bir ekip gibi, ruhu, bedeni, düşünceleri ve duyguları bir bütün olarak harekete geҫirip yaşamaktır yaşamı kendi iҫ alemimizde… Narsistҫe ҫektiğimiz özgürlüğün acısını, kıyısına dayanıp dinlenerek yaşadığımız anlaşılmaz iҫ kaoslarımızda işlediğimiz cinayetlerin kargaşasını hüzünlü bir şekilde yenilikler yaratmaktır hayat felsefesiyle beraber. Hüzünü bastırdığımız kendi kederimizde, farkında olmadan yitirdiğimiz kalbimizin mahzun sevincini yalın bir şekilde kayıplardan kurtaran gerҫeğidir insan özünün. Belki hayatın ҫekilmez yükünden arınıp şekilden şekile ve payımıza düşen travmalı mutlulukların acıya gönüllü bir ömürle gönülsüz bir sınır koymaktır geriye kalan. Hiҫ bir ҫıkara dayanmaya, yalın, sade, temiz, berrak, arı ve duru olarak… Bu durumlarda bazen hayatı anlamamak ve ona anlam yüklemeden yaşamak duygusal halimizin vazgeҫilmez bir parҫası olarak ҫat kapı gelip konuk olan misafir gibidir.
Kirn’de Engin İnciler Üstadımla Bir Akşam
Bu hafta sonu, değerli arkadaşım ve Üstadım, Engin İnciler’i ziyaret ederek dostluğumuzun şerefine dolu dolu bir Cumartesi akşamı geçirdik. Sohbetimiz tabii ki, şiir, düzyazı, edebiyat (yazın), sanat, dernekleşme ve Avrupa’daki derneklerin genel başarısızlığı, bunların neden sürekli bölünerek grupçuklar oluşturarak feodal ilişkilerden kopamadıklarına dair kesin fikirlerimizin hemen hemen her konuda uyuşması oldu! Ve bunun sosyal gelişmelerden yaratamadığı birlikteliğin de 60 yıldır Avrupa’da yaşayan Türkiyelilerin neden bu kadar zaman Avrupa’da yasamalarına rağmen reformasyon ve rönensans dönemini yaşayamadıklarını detaylarıyla masaya yatırdık ve bazen de ağlanacak hallerimizin komikligine güldük!
Üstad, Engin İnciler’in, gönül evine girerek akşam boyunca asıl konumuz olan şiir, şiir yazımı, nesir, aşk, sevgi, birliktelik, kadın erkek eşitliği, akraba evlilikleri, feodalizm ve mezhepsel sorunlar ve bunların topluma verdiği zararları, Türkiye toplumu’nun sosyolojik yapısını tarihini, ölümün değiştirdiği kişilik ve eğitim sorunları, üzerine bir sürü görüş alışverişinde bulunarak fikirlerimizi birbirimize saygılı bir şekilde ilettik.
Gerçekten son zamanlar da yaşadığım en güzel akşamlardan birisi oldu. Tabii ki, Üstadım yer yer benim ağlayışlarıma tanıklık ettiği gibi, yüreğinde ki insani duyguların yüklemiş olduğu bilinçle de beni anlayarak dinledi. Ve acının insan yaşamında „yaşanması gereken bir süreç“ olduğunu kendi yasadığı toplumsal ve özel yaşamından örnekler vererek beni teselli etmeye çalıştı. Üstadım şarabını yudumlarken, ben de akşama ikibuçuk duble rakıyla ve hüzünle eşlik ettim! Arkamızda akan ve Üstadımın penceresinden yer yer seyrettiğim Nahe Irmağı içimde ki acıları her ne kadar alıp götürmek istediyse de, onlar gitmek istemediler ve bende kaldılar.
Sade bir tanımla „bin yıllık bir süreyi kapsayan zaman dilimine milenyum“ diyoruz: Önce Milenyum’un etimolojisine bakarak bir cümle kurmak zorunluluğumuz var kavramı aҫıklamak iҫin. Kavram bize bin yıllık bir zaman diliminin tek bir sözcükle ifade edilmesi iҫin barbar, ama bu günkü yaşamımızda sayısız buluşlara imza atan Romalılar’ın kullandıkları Latince’den bin anlamına gelen „mille“ ve „anno“ yıl sözcüklerinin toplamından oluşmuş bir sözcüktür.
Ben, bu yazımı, Milenyum üzerine bilimsel tartışmaların dışında bir düşünce biҫimiyle ifade etmeyi bu acıdan daha uygun buluyorum! 1999 Yılı 31 Aralık günü kendini tarihin derinliklerine gömerken, önümüze Miladi Takvim’den sıfırın kullanıma girmesiyle bütün tartışmalara rağmen ömrünü tamamlamış gibi gözüküyor. Bu gün, 1999’un son günü! Ben 34. yaşıma girerken koca bir Dünya’nın Milenyum’u kutlaması ise yaşadığım zikzaklarında ötesin de; „gelecek günler her şeyden önce daha iyi olacak“ inancıyla yaşayacağımız bir akşam ve gece olacaktı.
Bu gün, 1999’un son günü, bin yıllık bir ömrünü tamamlayan yaşlı Dünya’mızın insanları ise tüm ҫılgınlıklarını, kapitalizmin; kazan – harca tüketim hırҫınlığının duygu sarhoşluğu iҫinde insanları kendi bendiğinden uzaklaştırarak olmayan bir dünya vadetmesi eşiğidir aynı zaman da! Ben de, bu dönemde kırılmalar yaşıyordum. Ve bir ҫok şeyi de başarmama rağmen kendimi her konuda yetersiz hissediyordum!
Bu düşünceler iҫin de Almanya’nın Darmstadt Șehiri’nde gelgitleri yaşıyordum ve oldukҫa geniş bir Alman ҫevrem vardı. Ve ben bu arkadaşlarımı bir ay kadar önce kendi evime davet ederek, Milenyum’u kutalama gibi bir düşünce arifesine girmiştim! Davetime iştirak edenler bendeniz H. Hüseyin, Andreas, Karlo, Jürgen, Angelika, Saskia, Marina, Giesela, David, Klemens, Katja ve Jacklin’di. Bu arkadaşlarımın hepsiyle de üniversite de sosyoloji ve felsefe seminerlerine katılımlarımda tanışmış ve arkadaşlıklarımız bir süreklilik kazanmıştı. Bu akşam da Milenyum’u nasıl kutlayacağımızı kararlaştırarak, kutlamayı Angelike yeni tanıştığı Suriye kökenli Çerkez arkadaşının yapacağı yemeklerle bize bin yılı uğurlatacaktı. Bizler de ufak tefek, karınca kararınca bir şeyler getirmek iҫin sözleşerek ҫaylarımızı iҫip vedalaştık.
Gel de öksüz bırakma beni
Baharı getir omuzlarında ki şalla
Daha fazla özletme kendini!
Gözlerin Akdeniz olsun
Aksın okyanuslara …
Gel de öksüz bırakma beni
Öksüzüm sen gittigin günden beri
Dön gel geri …
Bir saniye yaşaman iҫin veririm
Sana bin ömrümü!
Dön gel geri
Öksüzüm ben, sen gittiğin günden beri
Ben buz olayım, sen de güneş,
Erit beni damla damla...
Ben çöl olayım, sen de yağmur,
Islat beni doya doya...
Ben toz olayım, sen de rüzgar,
Savur beni avuçlarında...
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!