Hurma yapraklarına yaslanan, çatım kaşlardayım
Yoluma düşünce vuslat, koyu taşlardayım
Leyl_i düşündürür kara bir göğ, ben de mi karanlıklardayım?
Efendim! Niçin körâne satırlardayım?
Aşkın vuslatı defedecek bilirim!
Yoksun! Büyüyor özlemim,
Genç bir kadındı Mola Mira
Ne zaman bahçeyi süpürse
toz bulutları arasında bir beden türeyiverip
açık kalan ağzına doluşan iblisler
yüreğinin yüreciğine ardı sıra siner
kaçardı bu şeyden
Gar dolabının göğsü yarım açık; içindeki rengârenk kumaşlar, gözlerimi şaşırtan şaşalı parlaklığını saklıyordu. Birkaç adım attıktan sonra, perdelerin bunca eşyayı güne küstürdüğünü düşünerek, tuttuğum gibi çekiverdim. Kulakları okşanan masum bir çocuk gibi şaşkınlığından yüzüme vuran güneş ışınları, etkiye tepki olmalıydı. Hem gündüz gündüz yanan bu lamba da nesi?
Yatağın üzerine uzanan bir kitap, pencereden yayılan bir esintiyle, titremeye başladı.Sayfaların arasından, ayağımın ucuna bir kâğıt düştü. Aldım. Okumalı mıydım?
Mürekkep bana bakıyordu. Aman dedim kendime: _Oku!
Hem bu dilsiz eşyalar mı ele verecek seni?
Bilirsin mutlu ol isterim!
Mutsuzsan…
Öyle çok kızgınım ki,
Hayat; Adını verdiğim
Terleyişlerimle kaybettiğim sıvı.
“Eyüp’ten aldığım yolcular; buranın manevî, temiz, huzur dolu bir dua kenti olduğundan bahsederken; Mecidiyeköy’den, Şişli’den, Cevahir’den, Beyoğlu’ndan aldığım yolcular; iş hanları ve olağan iş temposundan, alışverişten, sinemadan, vitrinlerden, sabah ve akşamının yoğun trafiğinden hatta havasından, suyundan bile şikâyet edip dururlardı. Çamlıca’yı yurt edinen bazı müşteriler; manzaranın saltanatını, iki denizin âşıklar gibi buluşup da hala birbirinden ayrı bir çizgide ve ilk günkü heyecanla karşılıklı çarpıntılarını, şehrin girişinde ve çıkışında uzanan kandillerin bayram neşesini içlerine çekerek hayallerindeki kahramanlarla kendilerine gökyüzünde bir hayat nakşederlerdi.”
Oğluna sanki burada bütün bunları yaşayan kendiymiş gibi kopya çekip, coğrafya dersi çalışan bir talebenin; sözlü sorularına cevap vermesi gibi anlatıyordu. Tabii şehrin yoğun trafiğine, ağır hücumlarına tanık olmuştu ama bunları Fatih’ine anlatmaya bir türlü dili varmıyordu.
•••
Enver Bey (oğlunu okutmak için) İstanbul’da çalışıyordu. İşten her dönüşünde hasret dolu sarılışlara gebe olan bir resmin dilsiz sorularıydı kendisini karşılayan. Daha ayaklarının tozuyla hanesine adım atamadan –Fatih’in gözlerindeki merakı giderebilmek için- elindeki resimleri, pencerenin iskeletine dayanmış olan oğluna göstererek:
_Çok yorgunum, hele bir dur da terimi atayım, abdestimi alayım. Sonra birlikte muhabbet ederiz, dedi.
Kalın parmakları zarif bir dolma kalemi kas kavradı. Hâlâ pencerenin önünde bekleyen oğluna dönerek konuşmaya başladı:
Ruhun göğsünden alıyor nefesi
Kandillerin üzerinde gölgeler
Her yeni gün
Nefes!
Tükeniyorsun…
Zerre zerre dolaşırken kapıları yolcular
Büyük adımlarla bir gölge!
Hiddetini hissettirip,
Çömeltmek istiyor dizlerine
MELEKLER ÜZERİNE
Melekler yeryüzüne yayılırdı, biz uyurduk
Melekler yeryüzünden dağılırdı, biz kalkardık…
KÜÇÜK AYICIK VE TANRI
Cesur, sepeti tıka basa böğürtlen dolunca, evin yolunu tuttu. İnlerine varmaya yakın, anne ve babasını tilkiyle konuşurken gördü. İkisi de kötü bir haber almış gibi çaresiz, üzgün görünüyorlardı. Tilki, elinden bir yaprak bıraktı ve bahçe kapısından çıktı. Cesur’la göz göze geldiler. Kurnazca sırıtan tilkinin gözleri, ağzına kadar dolu olan sepetteydi.
Cesur’un ailesi hiçbir şey olmamış gibi davranacak kadar akıllı değildi. Ne de olsa ayıydılar ve içgüdülerine göre hareket ediyorlardı. Cesur, ne olduğunu; anne ve babasının pençeleriyle birbirine girdiklerindeki konuşmadan öğrenmişti. Aslan, tilkiyi elçi kılmış, kapı kapı yemek toplamasını emretmişti. Peki, bu ayı çifti krala ne verebilirdi? Kendileri bile zor geçiniyordu. Küçük Cesur, arkadaşlarıyla okula gidemiyordu çünkü çalışmak zorundaydı. Annesi hastaydı. Babası; umursuz bir ayıydı, sanki kış gibi yazın bile kesintisiz uyuyordu. Zora düşünce de duvarları yıkıyor, ortalığı parçalıyordu ama dışarıdaki kuşa karşı bile daha nazikti. Yine öyle bir gündü işte. Annesi ağlıyor, babası da hıncını doyasıya duvarları döverek çıkarıyordu.
Ay, ortaya çıkmış, yusyuvarlak beyazla geceyi aydınlatıyordu. Kurtlar ulumaya başlamıştı. Bütün ayılar uyumuştu. O ise düşünüyordu. Yarın kurnaz tilki gelecek ve biriktirdiği böğürtlenleri alacaktı. Hem ne çok çalışmıştı onları toplamak için. Onları toplayana kadar ders çalışabilir tekrar okula başlayabilirdi, uyuyabilir veya ormanda gezip tozabilirdi. İninden çıktı, ormanın karanlıkları arasında öylece yürümeye başladı. Boynu eğikti. Cesur’un gözleri kendi kendine kapanıyordu. O, adeta bir uyurgezer gibi, bakmadan adım atıyordu. Sadece ay vardı aydınlık kalan, kendisi ağaçların kabukları arasında beliren sarmaşıkların içindeydi. Ayaklarından bedenine yürüyen karıncalar kaşıntı yapıyordu ve sinekler postunda kendine yer edinmeye, ısınmaya çalışıyordu. O, böyle ormanda gezerken; bir şey ayağını doladı. Ters döndü. Şimdi, baş aşağı bakıyordu yeryüzüne, yarasalar gibi.
İnsanların kurduğu tuzağa düşmüştü. Yaşadığı bölgede hiç insan görmemişti. İnsan neydi, onu bile bilmiyordu. Acı acı bağırmaya başladı. Ateş böceklerinin fenerinde bir baykuş göründü.
_Eyvah haline ki akıllı insanın tuzağına düşmüşsün. Onlar üstün düşünceleriyle, postunu kürk yapacaklar ve etini yiyecekler, dedi.
Cansız bir vücuttu yerde yatan
Soğuktu beton
Hava soğuktu
Hangi nefesler boğuktu? ..
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!