Duru ve sessizliğe gömülü bir gecede balkonun ışığı yanıyor. Uykum gelmedi, sanki sabahın dördünden bu yana ayakta olan ben değilmişim gibi. Pencereyi açtım. Derin bir nefesle yaşamakta olduğumu hissettim. Burnuma yanık kokusu geldi. Pek azdı duman ama havayı derinden soluyunca genzim biraz yanmıştı. İlkbaharda bile sobasını yakıp, geceyi közlerin başında geçiren insanlar var demek.
Evimizin manzarası, tüm şehri olmasa da belirli bir bölgeyi kapsamına dâhil ediyor; Bitişik evler, sokak lambaları, merkeze inen damar yollar, spor sahası, haliç boyunca uzayan cadde neredeyse ayağımızın altında. Birden, gökyüzünde, gri bulut kümelerinin ardınca gizlenen ayın bembeyaz ışıltısı, yürüyen bulutların ardında “gece-gündüz” oynamaya başladı. Ay, bir yok oluyor, bir ortaya çıkıyordu; tüm pırıltısıyla göz kırpıyordu adeta. Sonra korkmaya başladım. Bu gri bulutlar, git gide pencereme yanaşıyordu. Ay, kayboluyor, sonra gökyüzünde tekrar beliriyordu. Kara bir gölge, gri bir bulut, siyah, simsiyah kümeler bu tepeye, odamın camına pek yakındı. Daha dikkatlice baktığım bu gölgeler yürüyordu. Yüzüme değmek üzereyken pencereyi kapattım. Evde herkes uyuyordu. Biraz takırtı yaptım, kimse uyanmadı. Dolaşmaya başladım. Önce su içtim sonra da elma yıkadım. Ama yemedim. Doğrusu, yeşil ve ekşi görünmüyordu. Kırmızı ve sarı elmalar vardı sepette. Yıkadığımı da onun içine attım. Diğer oda boştu. Işığı yanıyordu. Kocaman bir halı vardı yerde. Üzerinde hiçbir şey yoktu. Balkonun kapısını açmak üzere olan parmaklarımı, kara bulut gölgelerine benzeyen bir şey erteletti. Ve sonra vazgeçtim.
Tekrar kendi odama gittim. Karanlıktı ama balkonun ışığı hâlâ yanıyordu. Karşımda bir gölge gördüm, önce irkildim ve sonra onun da korktuğunu hissettim. Bakmayacaktım bu gölgeye, dönmeyecektim yüzümü. Hayır, burası benim odamdı ve izin vermeyecektim cirit atmasına. Ama sonra “benim” derken, bencillik yaptığımı düşündüm “ben bile benim değilken.” Tamam, dedim. Korkuyordum. O şey de korkmalıydı. Elimi uzattım önce, o da bana uzattı. Ne yani, eli var mıydı? Yaklaştıkça, onun da yaklaştığını ve mesafemiz azaldıkça, bana ne kadar benzediğini fark ettim. Arada tereddütle tersimi dönmeye kalksam, o da uzaklaşıyordu.
Yaklaştık. Daha çok yaklaştık. Bu, dışarıda gördüğüm, ürkütücü, gri ve hızlıca yüzüme değmek isteyen şeyden daha edepliydi. Adım adım geliyordu. Balkonun ışığı yanıyordu. Yatağım hiç bozulmamıştı. Bir tahtakurusunun kulak tırmalayan gıcırtısı, geceyi tamamlıyordu. Kulaklarıma değince daha da büyüyordu bu çığlık. Aslında küçülmeliydi çünkü geceydi.
Yatağıma oturdum. Saçlarım, kırmızı güllerle kaplı pikeme değiyordu. Onun da saçları vardı hatta benimki gibi bir pikesi bile. Sonra, kendimi gördüm. Biranda siyah gölge kaybolmuş, benim rengimi almıştı.
BU
Bu olmak mı, bu bulmak mı, bu nedir bu?
Sen bir bu’ysan, ben bir bu’ysam, bu nedir bu?
Bu sevmek mi, bu kalmak mı, bu ateş mi bu?
Nedir gerçek isteği, bu mudur bu?
Senin adın bu’ysa, benim adım bu mu bu?
Beşerden biri;
Camide,
Cemaat dağılıyorken
Gözü çarptı
Yırtık dökük, paçalı elbiseli
Sefil bir adama
Ellerinde uçurtma yok çocukların
o uçan şeyler, uçak da değil
Sevgi bakışı, aşk bakışı gözler
lezzet doyumsuzu, aç bakışı akbabaların
Bahtı var mı yazdıklarımın? Söyle!
Turna burunlu hür kuş, bakma öyle!
Hür kuşum kondu gerçek mapusuna
Bir lilâ vitrin büzüşür çalı çırpı arasında Gonca gonca
Lacivert kiremitlerin sarkık teninden kayıyorum
Gitarın, çenen ve gökyüzü yamyassı
Bir kurşun atılır hedefi karpuz çekirdekli balkondan
Direkte üveyikler, güneye varmışlıklarının şakımasında
Yabancı bir gölge
Ara sokaklarda kaybolmuş ve aynı yerde bilmem kaç kez turlayan
Bir güruh şehir biter toprağa basit
Taze donukları yatıştırıcı ceviz sandıktan taşar
Hiç varamamışlığımıza görünüşle –aldanmışlığımıza- bu kahkaha
Halime Erva KILIÇ
12 Temmuz Salı 2011
Gözlerindeki güzellik
sevincinden fışkırıyordu
Yazmak
dünkü depremi unutturup
kulağına beriki günleri fısıldıyordu.
Hele yazdıklarını okumak son haliyle;
SÖYLEŞİ 2
İsteriz ki hayatımız film gibi olsun. Seyrettiğimiz yerli dizilerin başkahramanı biz olalım. Her reklam arasında kendini bulan ruhumuz, oraya ait olmadığını anlayınca, derin bir nefes alma ihtiyacı duydurur bedenimize. Şimdilerde soluksuzca izlediğimiz, adrenalin dolu sinemalarda bile öyle; bir resmin içine girmiş gibi. Zaten bizden parçalar sunmadıkça daha fazla da tutamaz bizi ekran.
Söyleşi 3 (Kemal Sunal)
Kemal Sunal’ın hüzünlü müzik perdeleri ardındaki mizacını yakalamak üzere bir melodi tutturmuşsunuzdur. Hep aynı ses çalar kulaklarınızda, duramadan geri sararsınız kaseti. Durgun bir hüzün müziğinin ardından adrenalin yüklenir de, heyecana yaklaştıkça davullar da karışır araya ve duymak istediğinizin dışındaki başka bir ses karşılayınca sizi; tekrar başa alırsınız kaseti, filmleriyle oynarsınız, parmaklarınız yorulsa da duymak, görmek istediğiniz şey için monoton tekrarınıza sarılırsınız. Hiçbir zaman yormaz sizi bilhassa klasikler; tekrarlandıkça yaşar, bir defalık değil her defasında ilk günkünden daha çok bağlar sizi. Farkı da budur zaten, diğerlerinden.
İç hücrelerinize yapışan bir flüt sesi, ardı sıra enstrümanlar da dizilince, alır götürür sizi. Nereye olduğunu düşünmeden, sürüklenirsiniz. Ve klasiğin ortasında bir pire çıkagelir, o cırtlak sesiyle bozar tüm ihtişamı. Artık kayıp mizaçlara mı ağlarsınız, çıkagelen çekirgelerin sabırsızlığına mı, size kalmış. O, olsaydı dersiniz, sebepsiz gülseydi yine, ne çok şey anlatırdı bir tebessümde. Kaldırıp başını Şaban’ları oynasaydı. Haksızlığa uğrayanlara dil kalsaydı. Nerede bir yolsuzluk; cahilliğiyle, şansıyla, son buldursaydı. Gerçek çözümler değilse de bulduğu, halkı bir nebze olsun rahatlatsaydı. Saliko olsaydı, Şaban kalsaydı, Kemal duruşuyla saygınlığını koruyorken hâlâ, nasıl yokluklar arasına itebiliriz ki? O bir klasikti ve tekrar başa sardığımız eserlerinin arasından diriliyor… Onun yerini dolduramıyor hiçbir mizaç, hiç kimse; kalıbına onun kadar sığıp, yakışmıyor. Saflığıyla vurduğu tokatlarda bile, kahkaha ile cevap verdiriyor kendisine.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!