Demli kokular, çay bahçelerinden. Taze baharı üfler dudakların, kasırganın ortasında, umut biler aldanışlar ve ille de sen! Gelmelisin. Atamadığın adımlarını çevirmeli bekleyişler. Sabır dediğin bâki yolculuklara akıtırken, kapattığın vanalar verir mi geçişlere izni? Alınma yine sana değil sözlerim, eteklerine sarma tütünleri, yakma! Üşüyen yine kim?
Duraklar bekleyişte, kalabalık ömür sürgünü hapsetmek için gelmeyecek mi, geleceği bilinen otobüslerin? Kaç yolcu durdurdu yollarda; mahzen ıslak, kaldırımlar hepten yıkılmış. Tökezleyerek mi varacaksın yola, saltanat koltuğunu taşıyan erlerin yokluğunda.
Satırlarını saymadım yazarken, sayfaların yetişemediği hasreti ezdiğimi düşünüp kandım. Aslında kendime ispat edemediğim tek gerçek olduğunu düşünürken, asalet dolu bir sesle, uyandım.
'_Haydi herkes silkelensin
ellerinizi sallayın.'
Her ders zinde başlardık
Neşemi kaybettim. Sahte de olsa, umuda aralanan kapıya gülümseyen kahkahalarımı yitirdim. Aydınlık gündüzlerin mumuna döndü, değersiz ışığı; gün gülüşlerin. Saklambaç oynarcasına kısılıyorum; köşe bucaklara, en karanlıklara…
Yakmayın lambaları, Söndürün kandilleri! Açmayın perdelerimi! Işığa tahammülü yok gözlerimin, alıştım kararmalarıma; alıştı, güneşe yön çeviremeyen gözlerim. Hep yeşil sandığım fistanımın, rengi yokmuş meğer. Yalan bakıyormuşum gerçeğe, duyuyor musun dostum? Kara bir güne el sallarken; yatağım, mutluymuş bensizliğinde; yastığım. Hasret tütsüsüyle yandığım özlemim, odam: kilidini vurmuş bensizliğinde, bana… Unutulmuşum… Oysa her an içimi kemiren, unutamadığım çocukluğumun hatıralarında dahi, izleri varken… Gözyaşlarımı paylaştığım yastığımda, gizlerken özlemlerimi: Anneme, babama, kardeşlerime, arkadaşlarıma; hasretimi: İşte şuramda, göğsümde; parlıyor yanan sancısı. Az evvel gülümseyen sevgili, benim değil; daha bir gün olmadı, ben gideli sefere… Unutulmuşum Ey Dostum, Neredesin? Yüreğimde unutamadıklarım tarafınca, dostluğumda bırakmadıklarımca; vurulmuşum. En çok da yakınırım, yanıklarımda olamayışında, Ey Kardeş bellediğim nur yüzlü Dostum! Görme yazdıklarımı, unutulmuşum!
Ellerimiz sonsuzluğun kapısını aralarken, yüreğimiz içinden girebilir mi?
Sonsuzluğun araladığı gün bakışlı, cennet bahçesinden
Bir çocuğun yakarışı gibi, ağlıyorsa cürmüm dolu kahîn
Putperese de ateşperese de veren, giydiren
Nimetleriyle kuşatan...
Pişmansa iblisin kölesi
Sislerin içinde gülüm, solman neden?
Dikensizce boynun eğip, hicap edersin
Yaslara bürünüp de ağlaman neden?
Yolcu gibi konaksız dolaşırsın.
Kör şeytanın peşinde mendil sallarsın
Dedemin aksakalları hiç değişmemiş. Bunca zamandır ayrıyız ama o hasretimi bilmiş ki omzumu sıvazlamaya geldi. Annem seccadesinde uyuyor. Kim bilir belki onun da alnından öpüyordur dedem. Askerlik yaptığı Topkapı mekânımız ve köprü altında bisikletçiler. Sessizce izliyorum. Neyi seyrettiğimi bilmeden, onun güven veren tebessümü takılıyor göz bebeklerime. Dedem! Gözlerinde yine aynı kısık bakış. Buruşmuş simasına ay vurmuş. Parlıyor. Başımı eğmeye yüz tutmuşken bir ses yetişiyor. Annem uyanıyor, tustutulmuş. Okurken yazdıklarımı, uykulu gözleri doluyor. Sarı ve yeşil diyor bu ses. Sana ait olan gerçek bu. Bunca zaman beklediğim sesin sahibi ablam. Yar ardına çömelip ağlarken bu yankı kulaklarıma bağırmaya devam ediyor. Üç saniyelik bir rüya mı gerçek, gerçeği saklayan üç asırlık kainatî sırlar mı ipe dizilmeyi öngörüyor, bilmiyorum. Çocuklara bir sevinç arıyorum bu köprüde. Dedem uzakları izliyor. Sabahın ilk ezanı hakka çağırıyor. Avuçlarım içi yaş dolu. Hiç konuşmadan sadece gülümseyip omzumu sıvazlıyor tekrardan. Dedem kayboluyor. Anneme anlatıyorum. Benim dürüst kızım diyor. Başımı okşuyor. Gülümsüyor. Dedesinin torunu ne olacak!
En çok geceleri dolar içime
Hışırtısıyla dalgalarının, bir bahar serinliğinde...
Duyar mısınız yüreğinizde
Konuşur musunuz denizin fısıldayan sesiyle
Cevap verir misiniz balıkların taze uykusunda
Düştüm toprağına kor eşiğimin
Minicik et parçasıyken bedenim
Eller uzanarak diyorken “âmin”
Boynum eğik, göğe hicap edenim
Cihana ilk bakışı gözlerimin
Cesareti olsaydı gencin, gideceği ilk yer, harbe en yakın ırgat evleri olurdu. Güven verseydi, masallarında anlattığı bir kent kızı, ardına bırakıp da her şeyini, düşerdi peşinden. Kaptan kıyardı nikâhlarını. Şahitler zikrederken Allah’ı; ya yemyeşil ağaçlar, masmavi gökyüzü ya da en duru bakışlı denizler olmalıydı.
Kız için bir hayal kırıklığıydı, hikâyeyi yarım bırakıp, dudaklarından düşen kelimeleri toplayamayışı. Ona sahip çıkamayışı.
Ne gidecek “yürek” vardı ortada ne de varılacak bir savaş meydanı. Tam ortasında kaldı, yolun. Adımını geri çekse düşecek çünkü atılan her adım zamana eş. Her saniye yaşandıkça geride kalıyor ve ilerledikçe tik taklar, unutulmaz bir harabeye çeviriyordu kendini.
Mutluluklar akıyordu ya saatler önce gözlerinden, ışıl ışıl. Pırıltısında yıkanmak isteyen sönük mumlar sıraya girmiş; “_bir damla da bana” diyerek, hem dileniyor hem de diretiyorlardı. Uzun sürmedi, bu huzur havuzunda yüzmesi. Şimdi parmaklarının arasına kenetlenen birkaç zerre, büyüdükçe sarıyordu bedenini. Üşüyordu. Dizlerini birleştirip kollarıyla sardı, başını da üzerine dayadı. Saatlerce boş boş baktı, uzayan yola. Arkasındakiler ve önündekiler. Umurunda değildi artık. Neyi tercih edeceği hiç sorulmamıştı ki. Büyük, çok büyük bir hayal kırıklığıydı genç, kızın akamayan gözlerinde. Nasıl katlettiyse ruhunu, şimdi bedeninin de katili olmak üzereydi. Üstelik yokluğunda bile varlığını aksettirmeden.
Ayağa kalktı, kararan gözlerine aldırmadan. Bir saniyeyi daha kemirmişti zaman. Ruhunun zincirlerinden yorgun düşen hücreler, terk ettikçe bedenini, topallıyordu. Hani “_hiç olmaz” dediği büyük sözleri, öç mü alıyordu? Söz vermişti ya kendine, sevmeyecekti! Körce bakmayacaktı, gerçek olmayacağını bildiği düşlere.
Sevdi…
Eflatun bir çelişki içerisinde bocalamanın manasızlığındaki sırda, buhran aramak ne kadar doğru? Ya da güneşsiz bir günde güneşin olduğunu bilerek ondan mahrum kalmak…
Bulutsuz gölgeleri olur mu gündüzlerin?
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!