Her yürüyüş
Kimliksiz dokunuşlara çıkıyorsa da
Titrek nefeslerin ortasında
Bir yudum sevgiye hasret
Kelimelerin ağıtları duyulurdu
Köprü altının, cami avlusu çocuklarında
Diyar-ı Rum’un binbir gecesine
Eşlik ederken
Arka sokaklardan yankılanan sahte kahkahalar
Karanlık köşelerden uzayan gölgelerde yapılır hesaplar
Alınır-satılır bembeyaz düşler
Kalleşçe gidişler...
Kolay sanırlar
Bir kadını anlatmayı
Ya da hırpalamayı acımasızca
Bir kalem alıp da ellerine
Karalama yapan çocuklar gibi
Çizmeyi anatomisini
Biz küskün yüreklerin otağında
Tek kişilik ordular oluşturduk
Bir akşam üstü
Yüzümüzü dönüp aya
Karanlıklara inat
Hani bir zamanlar
Nasıl da gülerdim kahkahalarla
Okul kaçağı çocuklar gibi neşeyle
Savurarak saçlarımı yüzüme
Bilirsin
Umurunda değildir onların
Bir sevdadır Çeçenistan,
Deli bir fırtına...
Gözlerimde kor ateşler tutuşur,
Bakarken öz yurduma...
Deli boranlar karışır
Uykularımın en umarsızına...
bak
nasıl da titriyor bulutların kollarında mehtap
uzanıp da gecenin ortasına sereserpe
dağıtmış saçlarını alabildiğince
gümüş bir kuytunun yanıbaşına
öylece
Masanın üzerinde duran kitaptan başımı kaldırarak kirpiklerimi kırpıştırdım bir an. Dalgın bakışlarla, öylece baktım okuduğum kitaba. Sanki bilmediğim bir güç beni kendine doğru çekiyor ve hatırla diyordu. Hatırla senelerce önce tanıdığın o kadını. O, bakışalarıyla konuşup yüreği ile ağlayan, tebessümünden hüzün çiçekleri derlenen kadını.
Pencereden vuran hafif rüzgâr, tek tek çeviriyordu açık duran sayfaları. Anabel Lee… Evet bu güzel şiirin mısraları, üzerinden yıllar geçmesine rağmen bana onu hatırlatmıştı nedense. Belki de ilk kez deniz kenarında çıktığım yürüyüşte tıpkı şiirdeki gibi deniz kenarında karşılaşmamızdan geliyordu bu his. Nerden bilebilirdim ki bu karşılaşma bir dostluğun başlangıcı olacaktı ve seneler sonra da olsa bir şiirin mısraları arasından, yine bana o konuşan bakışlarıyla, suskunluğunda saklanan kelimelerin coşkusuyla seslenecekti, “buradayım,” dercesine. Sahi neredeydi, ne yapardı şimdi bilmiyordum. Buradan gittikten sonra bana ne bir adres ne de ona ulaşabileceğim bir telefon numarası bırakmadığını farketmiş ve bir türlü ulaşamamıştım ona.
Sadece Annabel Lee değildi tabi ki bu kadar güçlü bir şekilde onu bana getiren. Bir de bir çok insanın intiharına neden olan Mona Rosa… O idi, ondan başkası da olamazdı bence. Hiç bilmeden, tanımadan, onu yazmış, onu anlatmıştı iki şair de.
Benim şehrimde dağlar yasta bilir misin
Hüzün çökmüş eteklerine yeşil gözlü vadilerimin
Sessizliğe kurban ederken uykularımı
En mahreminden düşlerde boğuyorum gidişlerini...
Köz karası nağmeler dökülüyor dudaklarımdan, eteklerine
BİRECİK GÜNLÜĞÜMDEN/BENİM DOĞDUĞUM YERLER
Benim doğduğum yerlerde, kırk ikindiler döverdi camları...
Kapanınca tahta panjurlar telaşla, sabırlı bir bekleyiş başlardı akşama doğru
Komşu uncu teyzenin bahçesinde kuyu, bizimkinde musluk vardı.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!