Cevat Çeştepe Şiirleri - Şair Cevat Çeştepe

Cevat Çeştepe

dilimde bir türlü işlemiyor
şu sansür meselesi.
makası alıp gelsem yanıma,
önceden uçuruyor haberi
saklıyorum kendimi.
verilecek cezadan,

Devamını Oku
Cevat Çeştepe

ne oldu bana böyle birdenbire
bilmiyorum iki gözüm.
çığlıksız ama sancılı gibi,
düşler oldum hep seni.
ne oldu böyle anlatamayıp
korktuğum kendimden bile.

Devamını Oku
Cevat Çeştepe

bir sabah güneşe karşı içindeki özlemle
çekememek perdenin kanatlarını iki yana.
ve en uykulu günaydınınla fısıldayamamak
sevdiğini, sevdiklerinin kulaklarına.
ölüm böyle bir şey iste.
sönük ocakta çayın demini almaması gibi.

Devamını Oku
Cevat Çeştepe

belki çok daha fazlasıydı,
ne yapraklar döküldü
avuç içlerimizden.
kiminde saflığından arındırılmış
hüzün saklıydı
kiminde saflığa bulanmış

Devamını Oku
Cevat Çeştepe

Bir arkadaşımız bir şiir yazmış. Bazı arkadaşlarımız da bu şiirin altına benzer duygularla yorumlar eklemişler. Sonuç …? Site yönetimi bu arkadaşlarımızı pasifleştirmiş. Böyle bir uygulamayı açıklamaya bile gerek görmeden yapmaya hakkı var mı? Evet var … Üyelik aşamasında sırası geldiği zaman ben bunu yapabilirim, kabul ediyor musun diye sormuş mu her üye olmak isteyene, evet sormuş ve kabul etmiş miyiz hepimiz evet etmişiz. İçimizde hayır ben etmedim diyen bir kişi bile çıkabilir mi?
Yani benzer oluşumlar içinde buna benzer uygulamalar hep olmaktadır. Burada da bu olmuştur. O nedenle site yönetimine vay sen nasıl yaparsın diye öfkelenmek yerine önce bu zihniyetin her zaman ve her yerde hatta hepimizde var olmasının nedenlerine öfke duyup onu tüm benliğimiz,
sözlüklerimiz, bahane havuzlarımızdan çıkarmak gerek diye düşünüyorum. Örneğin ben; bir sitenin sahibi kurucusu ya da sorumlusu olsam ve bir şiir yazan arkadaşımız da “ bir gün şeriat gelecek /buna karşı çıkan tüm kelleler ipe dizilecek” gibi içindeki coşkuyu ateşinin altını fazla açarak yayımlamaya kalksa ne yaparım. Kendi egemenlik alanım içinde tereddüt etmeden o şiiri de yazan kişiyi de süresiz olarak pasifleştiririm. Ben bunu yaparım da şair susturulmaz diyen arkadaşlarımız kendilerine mutlak ters gelen herhangi bir söylemi kendi egemenlik alanlarında buna benzer şekilde engelleme haklarını kullanmazlar mı?

Şiir içindeki barındırması gereken estetik özellikleri bir kenara bırakıp bir öfke ya da tepki seline döndüğü ya da cevabi özellikleri ağır bastığı zaman da şiir olmaktan çıkar. Şairi de, şairliğini öfkelerine ya da inançlarına yenik düşürmüş olur ve şairliğini o an için bile olsa kaybeder. Bu durumda ise “pasifleştirilen” şairlik ya da şiir değil o öfkedir…

Devamını Oku
Cevat Çeştepe

İlkbahar; Boğaziçi’nde …

Renk ve mevsim tarifenizin en solundaki kış kara’sı önce dip dalgalı laciverde döner kendiliğinden. Eğer içinizden geçer de dip dalgalı lacivert arasına yosun yeşili ve bol saçaklı fırça darbeleri atarsanız belki ebru sanatının en incelikli doğal figürlerini de yakalamış olursunuz. Sonra da üzerine bir parça gök mavisi bulut düşürüp aralarına üç-beş damla erguvan pembesi döküverirseniz bilin ki İstanbul’a da baharı getirdiniz demektir. Siz şimdi; biraz yeşil, çokça güney nefesli serin rüzgar eşliğinde ve bir karşı kıyıda bir bu yakada kuğu boyunlu zarafeti ile gelinlik elbisesi içinde dolaşıp duran Şirket-i Hayriye’nin son torunlarından birisinin aile albümündesinizdir artık. Emirgan ’da çayınızı da yudumlasanız, Kanlıca ’da yoğurdunuzu da kaşıklasanız ve hatta sevgilinizin elini avuçlarınızın içinde biraz daha terletseniz de ….. Seni seviyorum fısıltıları fırından taze çıkmayı bekleyen sabah simidine duyulan açlık taşır nefeslerde, bir başkadır yani.

Kendi baharımızı yaratıp, yaşattığımız günlerden:

Devamını Oku
Cevat Çeştepe

Bugün İstanbul/Sultanahmet meydanında yaklaşık 20 mt. yüksekliğinde bir dikilitaş vardır. Meraklılarımız bilirler geçmişini, tarihini. Bu taş bu meydana yaklaşık 1610 yıl önce (390 yılında) Bizans İmparatoru I.Thedossius tarafından Mısır’dan nakliyesini sağlamak amacı ile özel bir gemi yaptırılarak getirilmiştir. Ve getirildiği tarihte ise yaşı gene yaklaşık 1850 dir. Mısır’da 18.sülale imparatoru III.Thutmosis tarafından kazanılan bir zafer adına diktirilmiştir. Yani dikilitaş bugün 3500 civarındaki yaşı ile 6 parçası eksik olarak dünyanın belki bu en önemli meydanında, soyundaki imparatorluk vakarına yakışır bir ağır uslulukla kıpırdamadan durmaktadır. Meraklılar bilir geçmişini dedik te acaba bu meraklıların sayısı 15 milyonluk İstanbul’da ne kadardır, kaç kişidir. Toplayıp saymaya kalksak şu yukarıda iki satırda özetlenmiş halini bilen 1000 kişi çıkar mı dersiniz.

Ve şimdi 2010 yılında İstanbul Avrupa Kültür Başkenti olmaya hazırlanıyor. Sadece şu 3500 yıllık dikilitaş ve hemen yanı başındaki diğer eserleri ile birlikte ve burmalı sütunu, Sarnıçları,Alman Çeşmesi, III.Ahmet Çeşmesi, Sultanahmet camii ve elbette Ayasofya ile sadece bu meydan sadece belirlenmiş bir takvim yılının değil bütün zamanların dünya meydanı olmaya, dünyanın merkezi olmaya hakkı vardır, yakışırlığı vardır. Ama dedik ya bu meydanın “anlam ve önemini” ne yazık ki bu kentliler bile tam olarak bilememektedirler ve bilebildiğini varsaydıklarımızın sayısı da ne yazık ki “ağabeylerim, ablalarım.., şu elimde gördüğünüz…” çığırtkanlığı ile toplanan meraklı topluluğundaki insan sayısından hiç de fazla değildir.

Ve şimdi 2010 yılında İstanbul Avrupa Kültür Başkenti olmaya hazırlanıyor. Bir kentin kültürel kimliği elbette her dönemin mimari başyapıtlarının bir meydan etrafında ya da içerisinde derli toplu sergilenmesiyle kendini göstermez. Edebiyatının dünya dillerine aktarılması, tanıtılması. …Müziğinin konser salonlarında yorumlanması ve dinletilmesi … Gösterişli müze/saraylarda tüm geçmişi ve bugününün değerlerinin galerilendirilmesi, tiyatro salonları, sinema salonları, geniş ve akıcı bulvarları ama hemen arkalarında daracık Arnavut kaldırımlı sokakları, çağdaş mimari gökdelenleri ama hemen diplerinde cumbalı-kafesli evleri ile birlikte oluşturulan ve işinin gerçekten uzmanı beyinlerle, ellerle şekillendirilen bir kompozisyon da gerekir. Yüksek bakımlı ağaçlarının doldurduğu göz alabildiğine uzanan parkların serinliğinde ama mahalle aralarının bakımlı, güvenli ve çocuk cıvıltılı parklarında ısınabilmekte gereklidir.

Devamını Oku
Cevat Çeştepe

Bir zamanlar; şimdilerde olduğu gibi cici ablalar, okul öncesi çağdaki çocukları evlerinden daha şafak doğmadan toplayıp, gün batmadan geri getirmezlerdi. Yani ana okulları denilen o bol cıvıltılı,okul öncesi eğitim kurumları şimdilerde olduğu gibi her mahallenin bakkalı, kasabı, manavı gibi olmazsa olmazlarından değildi.…. Ankara yada İstanbul radyoları ise, her hangi bir iş için evden çıkma zorunluluğu olmayan ev halkına yönelik özel yayın kuşaklarını program akışları içine almayı akıllarına dahi getirememişlerdi henüz …..

Evdeki okul öncesi çağlarını yaşayan çocuklar; “yalan söylemenin çok kötü bir şey olduğu, eğer bir çocuk yalan söylerse dilinin en kısa zamanda bir eşek arısı tarafından sokulacağı , anne yada babanın sözlerini dinlemeyen çocukların taş heykellere dönüşerek Allah Baba tarafından cezalandırılacağı” ve benzerleri, çocuklarda sadece eşek arılarından korkma ve taş heykellerin içlerinde asi ruhlu parmak çocuk özelliklerini aramak gibi hiçbir işe yaramayan eğitimler (!) dışında bir ön eğitim alamadan, bir sabah “bizim çocuğumuz büyük adam olacak inşallah-maşallah ” avazları ve sevinç gözyaşları arasında anne yada baba yada ikisinin birden eşliğinde siyah önlük, beyaz yakalı üniforma içinde okul hayatı denilen ve ortalama yaşam süresinin neredeyse dörtte birini tahta sıralar-kara tahtalar önünde silip süpürecek yada çok farklı bereket tarlalarının hasat öncesi dönemine ilk adımı atmak için evden çıkılırdı.

Hepsi aynı boyda, aynı yaşta ve aynı siyah-beyaz görüntüdeki kızlı-erkekli çocuk kalabalığı; okul hademesinin elindeki zili sallayarak çıkardığı çıngıltılı sesin müjdelediği 5-10 dakikalık aralar dışında hep “ben bu heceleri nasıl yan yana getiririm- ben bu rakamları nasıl doğru toplarım, çarparım endişesinin küçücük yüreklerini sürekli sıkıştırması ile yaşamaya başlarlar eğitim yaşamlarının özellikle ilk günlerini. Giderek hava koşullarının değişmeye başlaması ile de sınıfın orta yerine kurulu kocaman boylu kömür sobası isli duman olup tıkalı baca yerine minik soluk borularında kendine yol bulmaya başladığı günlere gelindiği zaman ise heceleri birleştirme, toplamalarda, çarpmalarda doğruyu yakalama formülleri öğretmenlerin olağanüstü çabaları ile yerini bulmaya başlamış olurdu.

Devamını Oku
Cevat Çeştepe

Son zamanlarda; dost bildiğimiz, dost bilmemiz gerektiğini bilmemizi isteyen ister bir yabancı devlet temsilcisi olsun isterse uluslararası bir örgüt yetkilisi, ülkemizle ilgili demeç verenlerin hepsi birden aynı şeyi söylüyorlar ağız birliği etmiş gibi. ”kendinizi doğru tanıtmanız, doğru anlatmanız da şart elbette”. Bu cümle içindeki “da” eki çok önemli.Yani diğer tüm konular hep olması gerektiği gibi tam rayında yol alıyor ama tanıtım ve kendimizi anlatmak konusundaki eksikliğimiz bir takım aksamalara, arızalara ve yoldan sapmalara yol açmakta. Kendimizi güzel ve doğru tanıtabilsek demek ne terör belasına bulaşan ve onlara destek veren eller kalacak ortada ne AB ile uyum yada uyumsuzluk sorunlarımız. Belki doğru tanıtım ve anlatım becerimiz yerli yerine otursa; ikinci büyük savaş sonrasının ekonomik enkazından doğru pazarlara gidebilmenin yollarını açmak için kurulan OECD ülkeleri arasındaki bütün olumlu grafiklerde en son sırada yer almaktan bile kurtulabilir, ulusal refah sıralamasında Yunanistan’ın 65 basamak gerisindeki yerimizden de birden bire onun bir-iki basamak üstüne fırlayabiliriz.

Doğru olabilir mi bu sav. Olabilir. Mesela son yirmi-otuz yılda; İzmir’in güneyinden başlayarak Antalya’nın hemen doğusunda biten bölge için kendimizi doğru anlatma ve güzel tanıtma kampanyası başlattık. Başlangıç tarihine göre bugünün karşılaştırmalı verileri ortada, gelen turist sayısındaki artış, turizm gelirleri nerelerden nerelere gelmiş. 1963 senesinde gelen turist sayısı 200 bin iken 2006 yılında bu rakam 20 milyona çıkmış. Gene 1963 yılında 7 milyon USD olan turizm gelirlerimiz ise 13 milyar USD civarında dolaşmaya başlamış. Ve anılan bu bölge bu nedenle (doğal güzellikleri ipe çekmek pahasına da olsa) birbirinden yıldızlı tesislere, hava limanlarına kavuşmuş. Boşuna anılmıyor Turkish Riviera diye. Hatta öyle güzel ve etkili tanıtmasını becerebilmişiz ki kendimizi, arada sırada ortaya çıkan turistlere yönelik kazıklamalar, tecavüzler filan münferit olaylar sınıfında beklemeli öğrenciler gibi arka sıraya oturup orada kala kalmışlar.
Demek ki birkaç bin kilometrelik sahil bandında tanıtım ve anlatım işinin üstesinden gelince çok iyi şeyler de olduğu, güzel sonuçlara ulaşılabildiği çıkıyor ortaya. Peki o zaman neden bu işi 700 küsur bin kilometrekarelik ülke geneline yaymasını beceremedik. Ona bakmak lazım. Üstelik 700 yıldır bu toprakların yerleşik sahibi olmamıza rağmen. Aradaki savaşlar, yıkımlar, krizler dersek bundan nasip almamış bir coğrafya, etkisi ile sırtındaki gömlek paralanmamış bir ülke neredeyse yok yeryüzünde. Yukarıda örneklemeye çalıştığımız OECD ülkeleri mesela. Bugün sayıları 30 olan bu ülkelerin 24 tanesi yüksek gelir diliminde yer alıyor. Çok yakın gelecekte diğer 5 tanesi daha bu terfi keyfini yaşayacaktır kuşkusuz. Geriye gene yalnız biz kalırız büyük olasılıkla. Acaba onlara da mesela bir Meksika’ya, İspanya’ya veya Slovenya’ya söylenebiliyor mu “kendinizi tanıtmanız, anlatmanız şart” diye. İşin bu anlatılan kısmi hepimizce çok iyi bilinen, kahvehane sohbetlerimizin, ikinci kadehten sonraki “ne olacak bu memleketin hali” hayıflanmalarımızın temel konusu. Biz gelelim şimdi bizce 'neden' araştırmasına.

Göçerlik alışkanlığımız; en aristokrat yanımızdan tutalım en burjuva damarımıza ve hatta daha da aşağılara inerek belki yoksulluk çizgisi üzerinde denge akrobasisi yapanlarımıza kadar egemendir yaşam biçimimize. Bakalım, yedi göbekten İstanbul ’lu olan kaç aile dededen kalma 20 odalı konakta yada yalıda, yaşadığı yeri terk etmeyi aklına bile getirmeden sürdürmektedir yaşamını. Bir tane bile örnek çıkar mı acaba. Varsa buna parmağımızla işaret edeceğimiz tek örnek aile o da Edirne’den Ardahan’a köylerde varsa vardır. İşte bu göçer yanımız bizlere; tam alışmaya ramak kalmışken yeniden terk edeceğimiz mekanlarda yaşamaya ömürlük abone bileti kesmiştir. Bu kısa vadeli mekan-yaşam birlikteliğimiz bizleri, belki sadece bize özgü mahalleye hoş geldin başlıklı komşu ziyaretleri için özel mekan içi bölümler hazırlamaya bir anlamda zorunlu kılmıştır. Bu özel bölümlerin adı “misafir odalarıdır”. Sadece evin hanımının o da toz alıp havalandırma bahanesi ile arada sırada ziyaret ettiği bu özel bölümler sadece bir misafir ziyareti ile kapılarını açar. Bunun dışında aile fertlerinin yaşam alanları içinde sınır ötesini ifade eder. Duvarları süsleyen siyah-beyaz paşa dede fotoğrafları, vitrin içine özenle yerleştirilmiş çeşm-i bülbül gibi hane içine aidiyet kaynağı ve tarihi meçhul aksesuarlar misafir odalarının vazgeçilmez zenginlik göstergeleridir. Hele birde antika görünümlü bir fincan takımımız varsa … Misafir buyur edilip ağırlandığı bu odanın dışında ne var ne yok merakının salıncağında ne kadar sallanır. Arada tuvaleti kullanmak bahanesi ile kaçışların sağa-sola diğer odalara fırlattığı kaçamak bakışlar buna ne kadar yanıt verir. Bunlar yazımızın konusunu dışarı taşırır.

Devamını Oku
Cevat Çeştepe

Simetri bir yanda acı ile bozuluyor,
ölüm gibi, ayrılık gibi.
Simetri bir yanda yoksullukla bozuluyor,
sensizlik gibi, yalnızlık gibi.
Simetri bir yanda attığın çığlıklarla
yıkılan duvarlarla bozuluyor,

Devamını Oku