hani aklıma gelişlerin vardı
şimdi akşam vaktidir demezdin
ölüm gibi kendi hücremde kendi kendimi
boşuna tüketmemi beklemezdin
bir uzun hava olurdun
aşar gelirdin bilmediğim dağlardan
Henüz güneş doğmamıştır. Genç kadın ve genç adam ayaklarını uzatıp oturdukları kır çiçekleri ile bezeli bir yamaçta, kuş sesli notaların saba makamındaki müthiş romantik melodileri eşliğinde güneşin doğmasını beklemektedir. Kadın başını erkeğin omzuna dayar ve fısıldar.
- Beni seviyor musun …
Adam gülümseyerek dudaklarını kadının saçları arasında dolaştırır ve kadının sesine ayarlı bir tonda fısıltıyla yanıt verir. –Evet sevgilim, hem de çok, doğacak güneş kadar …
Güneşin ilk ışıkları kendini belli etmeye başlamış ve kararmış gümüş renkli bulutlar hafiften nurani bir aydınlığa ve giderek pembeleşmeye ve daha da ileri giderek kızıllaşmaya başlamıştır. Kadın ve erkek aynı anda sanki sözbirliği etmişçesine ve biraz da manzaranın ve renklerinin ateşlemesi ile haykırırlar. –Şu gökyüzünün rengine bak, nasıl da kızıllaştı …
İşte olan da bu anda olur. Ve gerek kadının gerekse de erkeğin gözleri arkadan bir el tarafından kapatılır. Bil bakalım ben kimim der gibi. Şaşkın ve biraz da korkulu ve gene aynı anda haykırır kadın ve erkek.
bugün kırlarda papatyalar topladım senin için
rüzgar saçlarını öylesine alıp dağıtmıştı ki,
topladığım papatyaları göremedin.
üzerimizde kanat çırpan bu kuşlar……,
adı martı mı nedir dedin, bu çığlıkların.
kanatlarındaki beyaz sanki papatya yapraklarının
bazı masallar vardır, hiç iyi bitmez sonları
hani yorganı başına çekersin, gözlerin açık
beklemeye başlarsın korkulu rüyaları
kartal ile küçük kuşun masalıda işte öyle bir rüyaydı.
bazı masallar vardır ne yazıyorsa ön kapağında
bu akşam bu manzaranın karşısında;
elimi uzattığım anda hemen ulaşabilmeliyim,
ya sana, yada bana seni hatırlatacak her şeye.
mesela gözlerinin rengine, hiç unutamadığım.
bir koku estirmeli mevsim, ne olursa olsun.
koru yollarındayım, ayaklarımda kar izi.
dallarından tomurcuk çiçekli
hasret gibi sarkan bir doğum,
anlatılmaz bir sıcaklık bu, karlar eriyor.
bir ceylanın doğuşu gibi
göz göze geldiğim
depremlerden en çok şairler korkar.
yürekleri en kırılgan fay hattının
çünkü tam üzerinde olandır onlar.
ve en çok şairlerin başına gelir korkulanlar.
bir sabah belki gün doğarken
ya da güneş tam onikiyi vururken
sıralanmış meşaleler daha çok karanlık
engizisyon kokulu mahzenler.
ben zaten hükmüme uzatmışım boynumu
kıldan ince
ama tuğla, harç ve çelik dokulu .
her kısacık şiir buketi
bir ömür boyu okunacak
roman değil midir.
her roman sayfasının ilk satırı
anlatmaz mı buluttan elleri yananları.
her kısacık şiir buketi, elleri;
Düğmeyi çevirir ve beklemeye başlardık. Yeşil parlak renkli göz lambası önce kendini hafiften belli eder, sonra giderek ışıldamaya başlardı. Bizde dikey frekans çubuğunu, milimetrik hareketlerle oynatıp ses dalgalarını en doğru noktada yakalamaya çalışırdık. Sonra spikerin o hiçbir zaman uykuya yakalanmamış berrak sesi bize müjdeyi verirdi. Tam zamanında açmış olurduk. “Sayın dinleyicilerimiz, şimdi Muzaffer Sarısözen idaresindeki Ankara Radyosu yurttan sesler topluluğundan beraber ve solo türküler dinleyeceksiniz.”
Mutlu olurduk, sobanın üstündeki kabuğu çizilmiş kestaneler kebaba dönmeye yüz tutmuş, büyükhanımın hiç bitmeyen el örgüsü dizlerinin, başı da yavaştan göğsünün üstüne düşmüş olurdu. Radyodan yükselen Sivas dolaylarından alınmış o türkünün melodisini çalan sazın sesi bir başka gelirdi. Çok yakın bir gelecekte antika sınıfına terfi edeceğini umursamayan, koca ahşap gövdeli radyomuz farklı bir egemenlik duygusunun sessiz vakarı ile üstüne çapraz örtülmüş tığ işi beyaz dantel örtüden tacının altında bilemem gülümser miydi bize bakıp belli belirsiz. Cumhuriyet tarihinin ilk adamakıllı askeri darbesi ile düğmesinin kapatılacağından habersiz.
Sonra cebimizden çıkardığımız deri kılıfın içindeki avuç içi büyüklüğünde radyodan gelmeye başladı batı salonlarının bol hareketli dans figürlerinin notalı ayak izleri. Cebimizden çıkartmak ve yuvasına saklı anteni kulağından tutup biraz uzatmak yeterli geliyordu transistörlü radyo döneminin nimetlerinden yararlanmamız için. Geniş kent bulvarlarının kaldırımlarında yüksek ve bakımlı ağaçların gölgesinde yürürken bir yandan da bize pek benzemeyen amerikanvari bir “doğu yakasının hikayesi” nin başrol oyuncularıydık sanki her birimiz.




-
Nur Tuna
-
Ertuğrul Söyünmez
-
Gülin Su
Tüm YorumlarNe kadar ben...ne kadar yürek...ne kadar yaşam dolu şiirlerinz...yüreğinize kaleminize hayran oldum şiir dostu...yaşanmışlığın her köşesinde duygularınız aksın bir ömür...selam ve saygımla
sen çok seviyorum Cevat çeştepe
şirlerinide
özledim seni geleceğim elini öpmeye
iyiki varsın hocam
...sevdiklerimizden ve okuduğumuz kitaplardan değildi uğradığımız ihanetler...duvarlarımızdaki yaralar sevgisi tutsak olanların ve düşüncesi korkakların ihanetlerinin izdüşümüydü...
....yaşam çizgisinin iki ucu arasında bir merdiven çıkar ya da ineriz...doğuma veya ölüme doğru..etrafımıza ördü ...