Beş sene boyunca aynı kızın peşinden koştu Barış (Üniversitenin ilk haftasında, amfide görür görmez karar vermiş Güliz’e aşık olmaya.) Mezuniyet törenine kadar da bir an bile vazgeçmedi. Güliz onu sevmedi. Ama uzak da tutmadı kendinden. Hemen hemen her gün görüştüler. Barış hislerini hiçbir zaman saklamadı. Kızın sevgilileri oldu arada. Barış’ın hiç olmadı. Zamanla herkes öyle kanıksadı ki bu durumu, Güliz’in sevgilileri bile Barış’ı yadırgamamaya başladı. Bir çeşit eğlenceye dönüştü hepimiz için onun bu hali. Bu işte o salak diye uzaktan parmakla gösterildiğine bile şahidim. İlk bir kaç yıl o kadar samimi değildik biz. Ortak arkadaşlar vasıtası ile durumdan haberdardım. O zamanlar da acırdım haline uzaktan uzağa. Güliz’e de kızıyordum içten içe..
Üçüncü sınıfla birlikte Barış’la samimiyetimiz de ilerledi. Sordum bir gün. Yoğun bir ucuz şarap akşamı. Bir artı bir öğrenci evinin mutfağındaydık ve kafalar hafiften dumanlanmaya başlamıştı.
”Neden Barış? ”
Günün onbeş saatini falan yatakta geçiriyorum şu aralar. Uyuduğumdan değil, toplasan üç dört saat ancak uyuyabiliyorum. Yataktan çıkmıyorum, çıkmak istemiyorum çünkü ayağa kalktığımda yapmak istediğim hiçbir şey yok. Oda ısısı ne olursa olsun pikeye sarılıp boş boş duvarlara ya da televizyona bakıyorum. Bir an önce yarın olsun diye bekliyorum, yarın da bir sonraki yarını bekleyeceğim. Ne zamana kadar? Ayağa kalktığımda yapacak çok önemli bir işim olduğunu düşündüğüm zamana kadar..
Kafka'nın doğum günüymüş bugün. Belki de dün. Emin değilim. Onun çağında yaşasaydım gidip ona derdim ki, bu kadar üzülme, bak ben de her şeye çok üzülüyorum ama bi boka yaramıyor. Bir de Milena seni seviyor aslında ben biliyorum.. İyi ki doğmuş Kafka, yoksa kim tarif ederdi sıkıntının nasıl bir şey olduğunu..
Kalp kırdığım zamanlar üzülüyorum en çok. Ama öfke öyle sikik bir şey ki ne ağzından çıkanı duyuyor insan ne de gözü bir şey görüyor. Ve bizi birbirimizden koruyacak kimse yok. Evrensel bir lanet bu. Kesinlikle eminim en büyük hatamız insan içine karışmak. Sebep olanlara bir şey demiyorum bu kez, Allah herkesi bildiği gibi yapsın..
Peki! Anladım! Neyse! ... Tek kelimelik cevaplar öldürecek beni. Hiç cevap vermemek daha iyi lan. Karşındaki susuyorsa bunun bir anlamının olduğunu, o an başka bir şey düşündüğünü ya da sadece susmak istediğini düşünebilirsin. Tek kelimelik cevaplar ise 'kapa çeneni, kes sesini' çağrışımı yapıyor nedense. Neyse...
Bu ülkenin insanları için çok üzülesim geliyor bazen. Fakat üç şey bütün üzüntümü silip atıyor ve ne bok yerlerse yesinler diyorum. Sokak düğünleri, asker uğurlama konvoyları ve orman mangalı organizasyonları... Üçünde de o kadar çabuk organize oluyorlar ve o kadar ritmik ve sistemli hareket ediyorlar ki, bu insanların herhangi bir şeyi yanlışlıkla yaptıklarına ihtimal vermek güç. O yüzden her ne geliyorsa başlarına bile isteye sebep oluyorlardır deyip gülüveriyorum...
Birini çok özlediğinde rakı içiyorsun. Rakı içtikçe daha çok özlüyorsun. Daha çok özledikçe daha çok içmek istiyorsun. İçtikçe daha da çok özlüyorsun. Al sana paradoks...
Siz bayan, bilir misiniz ne çok şey demeksiniz?
İkindi rakısı gibi buğulu bir hüznü
Dağıtmaya bile yeter tek bir gülümsemeniz
Korku bazen çöreklenir
Ne yapacağını bilmez ya insan
Derken akla gelirsiniz, ne hüzün kalır ne isyan.
Ama sen orada öylece kayıtsız durarak başka türlü bir yaşam ihtimalinden bahsediyordun bana ve benim buna kayıtsız kalmam çok zordu. Ben ki bir sürü Thomas Bernhard okumuştum Georges Perec Robert Musil falan ama sen başka şekil bakıyordun bana. Ömrümün bütün rakılarını içmiştim sanki bütün İlhan Berk'lerini okumuş bütün mezarlıklarını dolaşmış bütün Leonard Cohen'lerini dinlemiş ve bütün sevişmelerini tüketmiş sonra bütün bilmem ne bokları varsa hepsini yediğimi sanmıştım ki sen çıkıp saçma sapan bir yerlerden bana öylece baktın. Yavrusunu kaybetmiş egzotik bir hayvan gibi baktın bana.. Cepleri sigara dolu kibritsiz bir meczup gibi baktın.. Çaresizlikten ne halt işleyeceğini bilemeyen hastanın doktoruna baktığı gibi baktın. Durduk yere ikinci sarı kartı görüp oyundan atılan topçunun zavallıca hakeme baktığı gibi baktın.. Cadı olduğu iddiasıyla yakılan Elizabet Crowley'in dumanların arasından cellatlarına baktığı gibi baktın.. Çarmıhtaki İsa'nın Yehuda'ya baktığı gibi baktın bana. O an dünyada ne kadar siktir git varsa hepsini birden çekip yol vermeliydim sana, ama sen dilimi bağlayacak kadar kuvvetli baktın. Unutmak üzere olduğum bir Orhan Gencebay şarkısı gibi baktın bana(Bir teselli ver ya da Musalla Taşı) , adını bile unuttuğum ilk aşkım gibi baktın. Annemin babama en kızarak attığı bakışla baktın bana -ki içinde otuz beş yıllık senden nefret bile etsem senden başka gidecek nerem var ki- yi en trajik dramatizasyonlarla barındırır o bakış. Öyle bir bakıştır ki o bakış sen bilemezsin kimse bilemez bir ben bilirim Brecht görse tövbe ederdi oyun yazmaya. Komşumuzun oğlu Efe'nin kinder sürpriz yumurtaya baktığı gibi baktın.. Öyle bir baktın ki bana, ben dünyanın en işe yaramaz adamı olan ben kendimi bir halt zannettim.. Senin bakışınla coşup kocaman kocaman misyonlar yükledim kendime. Sen bana biraz daha öyle baksan ben tütünü küfürü tespihi bırakır iyi bir adam bile olurdum. Anahtarın kilite baktığı gibi baktın bana, nalın at topuğuna baktığı gibi.. Uyumamıştım iki gecedir, sıcak bir yatak gibi baktın bana. Sen bana bakarken, ben ömrümün en güzel dersini anlattım en sevimli şarkısını söyledim en görkemli kitaplarını okudum. Kısacık bir an baktın sen bana ama ben o an içimde Einstein'i dirilttim. Aldım o bakışı ışık hızında giden bir uzay mekiğine koydum. Sen bana bakarken zamanı aştık biz. Moleküllerimiz ayrıldı. Saçma sapan bişey olduk bakışların ve ben. Sen bana bakarken Nuri Alço bile Rahibe Teresa kadar masumdu. Cebimde ne varsa şehrin bütün dilencileriyle paylaşabilirdim. Rapunzel bile anlardı beni. Bütün faili meçhuller aydınlığa kavuşurdu biraz daha baksan, belirsizliğin gölgesine saklanmış ne kadar suç varsa hepsi gün ışığına çıkardı. Sen bana öyle bakmaya devam etseydin evren kötülüğe gizliliğe karanlığa daha fazla izin veremezdi.. Ama sen bana bir saniye baktın, tek bir saniye.. Şimdi arkandan ne söylesem boş.. İçimden geçenlerle dilime gelenler saçma bir savaş içindeler.. o değil de sen bana nasıl baktın öyle..
Garip bir tedirginlikle uyandım ve cama yöneldim. Gelmişti sonunda. Çoktan bahçemizin zeminini kaplamıştı. Kışın ilk karı yağmıştı ve sen çoktan gitmiştin. Benden başka kimse bilmez, sen en çok kar yağarken güzeldin.. Bir an önce çıkmam lazımdı evden, ama oyalanmak için de her şeyi yapıyordum. Hatırlıyor musun sözleşmiştik seninle nerede olursak olalım kimin olduğu yere ilk kar düşerse diğeri işini gücünü bırakıp oraya gelecekti.. Televizyonu açtım çıkmadan. Oraya da kar yağmış. Şimdi oradasın ya, nasıl da güzelsinizdir allahın belası şehir ve sen.. Atlayıp trene gelebilsem.. İmkansız biliyorum. Çoktan sokağa atmışsındır kendini. Nefret ettiğin çamur grisine dönüşmesin diye karın rengi basıp ezmeye de kıyamazsın. Oysa benden başka herkese ve her şeye merhametli olan sen istesen bile taze kar öbeklerini incitemezsin. Eprimiş açık mavi berenle, güve yeniği taklidi kaşkolunla ve melek hafifliğinde yürüyüşünle nasıl da güzel süzülürsün uçsuz beyazlığın üzerinde..
Benimse işim zor. Sensiz yağan ilk karla hesaplaşmam lazım. Sıkı sıkı giydirilmiş ve sadece burunlarının ucu görünen bebeklerin berelerini aralayıp baktığımda, seninle beraber gördüğümüz boncuk boncuk gözleri görebilecek miyim yine? Peki bütün dünyadan saklandığımız odunpazarındaki parka nasıl içim titremeden gidebileceğim? Ellerimi yakan boza nasıl boğazımdan geçecek? Konaktan bozma lokantaya kahve içmeye gidersem yine ve ilkokul öğretmenine benzettiğin tonton teyze bana seni sorarsa ne cevap vereceğim? Hem ben eldiven takmam bilirsin ve ellerim hep üşür.. Hiç çıkarmayacak mıyım ceplerimden? Burnumun direği şimdiden sızlamaya başladı. Kaç şişe kanyak içsem sıfırdan başlarım?
Küçükken her küçük çocuk gibi kendimi kahraman zannettiğim zamanlar olurdu. Ama en uzunu on beş dakika sürerdi bunların. Ya benden daha iri bir çocuk kabadayısına toslardım ya da kendi beceriksizliğimin sınırlarına.. Sonrası fiyasko..
Dördüncü sınıfta aşık olmuştum. Kız beşinci sınıftaydı ama bunun hiçbir önemi yoktu. Aşık olmuştum işte, yani galiba. Şimdi geriye dönüp baktığımda durumun adının aşık olmak olduğunu biliyorum tabi ama o zaman ben bu kızı seviyorum diyordum kendi kendime. Aşk ve sevgi arasındaki epistemolojik farkı bilecek seviyede değildim. Malum, o zamanlar yaşım henüz tek haneliydi. Ve ciddi bir sorunum vardı. Kız beni tanımıyordu, tanımayı bırak farkımda bile değildi. Görmemişti beni, her tenefüs sınıflarının kapısının önüne sotelenip seyrettiğim kız beni görmüyordu. Muhtemelen gözleri çok değmiştir bana, ama okuldaki yüzlerce sümüklü oğlandan biriydim nihayetinde nasıl farkedecekti ki beni. Evet bakmıştı bir kaç kez bana ama hiçbirinde görmemişti..
Dikkat çekmek için yaptığım şaklabanlıkları burada anlatmamın hiçbir anlamı yok. Kolayca tahmin edileceği gibi kendimi komik durumlara düşürürüp arkadaşlarımın taşak geçmesiyle sonuçlanan bir dizi girişimde bulundum elbette. Ama hiçbiri bırak işe yaramayı, onun dikkatini çekmemi bile sağlamamıştı.. O güne kadar..
O kadar acı çeker ki insan, canlılar arasında bir tek o kahkahayı icat etmek zorunda kalmıştır der Nietzsche. Ya da buna benzer bir şey işte sarhoşum şimdi bu kadar hatırlıyorum…
Elbistan Şeker Fabrikası’nda çalışıyordu babam. Ortaokul yıllarım.. Ertesi tatil olan bazı günler işyerine götürürdü beni. Orada tanışmıştım Şeref amcayla. Dünyanın en güzel gülen adamıydı. Hafiften de Kemal Sunal’a benzerdi. Cebinde hep şeker taşırdı. Ya da benimle karşılaştığı zamanlarda cebinde hep şeker olurdu, bilmiyorum. Ne zaman beni görse kocaman gülümser sonra cebinden şeker çıkartıp verirdi. Bir keresinde şuna benzer bir şey söylediğini anımsıyorum babamın. “Bu Şeref kadar gamsız adam yoktur. Dünya yansa içinde hasırı yok derler ya, öyle bir adam. Surat astığını gören yoktur. Ne olursa olsun hep güler..”
Bir akşam morali epey bozuk geldi babam. Sordu annem ne oldu diye. O anlatırken ben de duydum. Kendini asmış Şeref amca. Fabrikanın kazan dairesinde…
Kim bilir nasıl acı çekiyordu da bu kadar çok gülüyordu. Dinmiştir ölünce acıları. Ölüm her şeyi sıfırlar..
Yirmi küsür yıl geçmiş üstünden. Cin içiyorum Caner’le beraber. Yan masada birileri Nietzsche’den bahsetti. Duyunca yukarda yazdığım sözü hatırladım. O söz de birden bire Şeref amcayı anımsattı durduk yere. Bellek yavşak bir düşman gibi davranıyor bazen. Canını yakacak şeyleri tamamen unutmana izin vermiyor. Freud’unun da amına koyim bilinçaltınında..!
Haberi duyduğum ilk andan daha çok üzgünüm şu an. Şeref amca için yeterince üzülmemiş olmamın mahcubiyeti bu sanırım. Mahcubiyet böyle bir şey işte. Gecikmeye gelmez. Geciken mahcubiyet ekstra üzüntü ve utançla çıkartır acısını..
Konuştukça uzaklaşıyorum gün be gün çocukluğumdan
Susmak günümü ağartıyor, sesim kırık saç teli
Bir üzünçlük mesafe var ikimizin arasında
Arkamızda aydınlanma, hümanizm, kentsoylular
Bilincimin altını bir ellesen korkarsın
Orada saklı evimiz ve adını bilmediğim çocuklar
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!