1) Acının sınırlarını belirleyip,en engebeli düzlemlerde bile tutunamamanın ne demek olduğunu bütün insanlara gösterdiği için.
2) Metafiziğe başvurmadan ruhumuzun röntgenini çektiği için,
3) Bazı insanların hikayelerinin,sonu intiharla bitse bile acıklı olmaktan ziyade komik oluğunu,tıpkı tutunamamak gibi hep gülünç duruma düşmenin de o insanlar için yazgı olduğunu en acıklı sözlerle ve güldürerek ve acıklı sözlerle güldürmenin trajikomedisini her satırına sindirerek herkese varoluş dersi verdiği için,
11.
Bazen öyle olur. Normal şartlarda dünyayı yerinden oynatacak kadar kuvvetli hissetsen bile kendini, bazen parmağını oynatamazsın. Oysa tek bir kelimeyle her şeyi yoluna sokmak mümkündür. Tek bir ‘kal’, ‘gitme’, hatta ‘lütfen’ yetecektir aslında. Ama işte bir şey olur ve sen ağzını bile açamazsın. Bir yerde okumuştum, nerede emin değilim şimdi. Diyordu ki adamın biri, “hala geçmişe dair ümitlerim var..” Bundan büyük ironi olabilir mi? Geçmişe dair ümitleri olan adam, geçmişe takılıp kalmış demektir. Ve geçmişe takılıp kalan birini bekleyen bir gelecekten de bahsedilemez. Çok tehlikeli bir ruh halidir bu. Süratle kurtulmak gerekir. Ama bazen olur öyle, kurtulamazsın..
Tam üç kez sahi dedim bu kez anladım sanıyorum
ola ki anlamadıysam hala tüm seyirciler affetsin
Suskunluğu anladım devlet sırlarını birahaneleri
Düzensiz bir saf oluşturup bize bakanlara baktım saf saf
Bir son hayal ettim ikimize sahi bunu anlatmamalıyım
İsmet Paşa'nın treni geldi aklıma -ki ben görmedim hiç
125.
Mutlu insanların mutlulukları birbirine benzer, mutsuz insanların mutsuzluğu ise kendine özgüdür. Sevinç neredeyse kollektif bir duygudur, mutsuzluk ise genelleştirilemeyecek kadar kişisel. Bu yüzden de insanlar mutlu olduklarında anlatacak yer ararken hüzünlerini ellerinden geldiği kadar saklamaya çalışırlar..
Kolay değil korku koridorlarında bilmem kaç yıl unutulup
tekrar gün ışığıyla karşılaşmak.
Her unutuş kuşkuludur çıkar bir yerden karşına,
bilinç dağınık gardropp
altı mayın tarlası..
Hayatta en hakiki mürşit ilimmiş hakkaten. Pozitif bilimlerle uzak yakın bağı olmayınca insanın bazı şeyleri geç öğreniyor haliyle. Ben yaşadıklarımın kendime özgü deneyimler olduğunu zannederdim oysa isviçrelibilimadamları durumu tamamen vücuttaki salgılarla açıklamış. Meğer hepimiz aynı süreçlerden geçiyormuşuz. Evet, konumuz aşk.. Şimdi efendim diyelim ki aşık olduk. Bunu nasıl anlarız? Eskiden sorsalar, ne bileyim ben derdim birisi çıkıyor karşıma sonra bir bakıyorum ben eski ben gibi değilim o zaman aşık olduğumu anlıyorum. Ama ulu pozitif bilimler bu türden yuvarlak ve muallak cevapları kabul etmez elbette. Aşık olabilmemiz için şu belirtilerin vuku bulması gerekmekteymiş.Onu görünce kalbimiz çok fazla çarpmaya başlıyorsa; son günlerde, içimizdeki sevinç ve mutluluk duygusu arttıysa; hayata ve olaylara daha umursamaz bakıyorsak; arkadaşlarımız gözlerimizin pırıl pırıl baktığını ve son günlerde yüzümüze bir canlılık geldiğini söylüyorlarsa aşık olarak kabul edilebiliyormuşuz. Birde aşık olduğumuz zaman şaşkın şabalak hareketler yaparız ya (artistlik yapmak için lunaparkta kamikazeye binmek, pis sokak hayvanlarını şefkatle okşamak, günde on beş saat telefonla konuşmak, sokak ortasında tek başına yürürken kendini salak salak gülümserken yakalamak v.s.) . Meğer bunlarda bizim hiç kabahatimiz yokmuş. Aşık olduğumuzda gösterdiğimiz dengesiz davranışlarımızın sebebi, vücudumuzun salgıladığı feronom maddesiymiş! Aşk,vücutta feronom maddesinin salgılanmasıyla başlıyormuş. Aşkın kokusu olarak tanımlanan bu madde, beynin ilgili bölümlerini uyarıyor ve aşk doğuyor akabinde de biz sapıtmaya başlıyormuşuz. Feronoma "aşk hormunu" da deniliyormuş. Aşıkların, her dakika aşık oldukları kişiden söz etmeleri bu hormondan kaynaklanıyormuş. Aşık olunduğunda vücudun fazla feronom salgılamasıyla kişilerin fiziksel yapılarında ve davranışlarında değişiklikler oluşmaya başlıyor, kalp çarpıntısı, gözlerin parlaması gibi değişiklikler oluyor ve "O da beni seviyor mudur", "acaba şimdi nerededir? " gibi sorular artmaya başlıyormuş. Obssesif yani takıntılı kişi davranışları da kendini göstermeye başlıyormuş tabi kaçınılmaz olarak. Aşkın alevinin zamanla azalması ve duyguların şeklinin değişmesini de alışma-soğuma durumuyla açıklardım.. Yanlış efendim, cahillikten yaptığım yorumlar işte. Meğer aşkın yerini sevgiye bırakması da hormonlarla ilgiliymiş. Zamanla serotoninin azalması, oksitoksinin! artmasıyla, aşk yerini bir süre sonra sevgi ve şefkate bırakıyormuş. Oksitoksin ne lan deme şimdi içinden. Aç bir yerlerden oku koca koca isviçrelibilimadamları bulmuş işte ne itiraz ediyorsun.. Sonra neden bahar-yaz aylarında daha çok aşık oluyor insanlar sizce. Elbette bunun da bilimsel bazı sebebleri var. Özellikle bahar ve yaz aylarında, güneş ışınları insanların hormon sistemini etkiliyor ve bu durumda aşk daha yoğun hissediliyormuş. Melanosit denen vücuda renk veren hücreler de bu aylarda artıyormuş. Melanositle bu hadisenin ilişkisini pek kuramadım ama o da benim cehaletimdendir kesin yoksa değerli isviçrelibilimadamları boş konuşurlar mı hiç? ?
Vay arkadaş ya ne salakmışız. Ama bilmemek değil öğrenmemek ayıp. Bir daha kimse bana Öyle Cezmi Ersöz tripleri yapmasın, isviçrelibilimadamlarının araştırma sonuçlarının bilgisayar çıktısıyla kovalarım ona göre...
Kitaplardan bahsetmek istiyorum, kitaplarımdan.. Ama bunu yaparken ne kadar kültürlü ve entellektüel olduğumu anlatmak gibi bir derdim yok. Geriye dönüp baktığımda, genç sayılacak yaşta büyük fedakarlıklarla oluşturduğum kütüphanem hayatta sahip olduğum ve övünebildiğim en önemli şey. Ve üçbinin üzerinde kitapla kurmuş olduğum ilişki içinde barındırdığı masumiyet ve tutkuyu düşündüğüm zaman başka hiçbir şeyle karşılaştıramayacağım kadar özel. Çok küçük yaşlarda başladı hikayem. Kendimi bir türlü kendilerinden biri gibi göremediğim ve bunun aksini ispatlamak için hiçbir çaba göstermeyen büyüklerin ve küçüklerin dünyasından kaçabileceğim yegane sığınağın kitaplar olduğunu anladığımda ilk okula yeni başlamıştım. Başlar başlamaz nefret ettiğim okula gitmemek için hastalık uydurduğum günlerin birinde babamın muhtemelen kapağına bakarak aldığı ve ne yazdığı hakkında hiçbir fikre sahip olmadığı ilk kitabım, bana büyülü, bambaşka bir dünyanın kapılarını açtı. Gördüm ki istemediğim insanlara katlanmak zorunda değilim. Başka bir dünya mümkün ve onu benimle beraber istediğim yere götürebilme şansım var. Babamın aldığı kitabın adı Pal Sokağı Çocukları idi. Bir solukta okuduğum kitabın çocuk kahramanı Nemeczek, benim ilk gerçek arkadaşım ve kahramanım oldu. O güne kadar tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu. Ölümüne yol açan soylu fedakarlık çocuk ruhuma çok büyük gelmişti ve bunu anlamakta zorlanmıştım. Çünkü benim etrafımda bu tür fedakarlıklara değeceğini düşündüğüm kimse olmamıştı. Ama buna rağmen o artık benim kahramanımdı, çetedeki diğer çocuklar da arkadaşlarım. Daha sonra başka kitaplar okumak istedim ama o zamanlar kitap şimdiki gibi kolay elde edebileceğim bir şey değildi. Bu yoksunluk hala üzerimden atamadığım ve artık takıntı haline gelen üzerinde bir şeyler yazan her şeyi okuma hastalığına yol açtı. Eski – yeni gazeteleri, el ilanlarını, reklam panolarını, ders kitaplarını, sigara paketlerini, kibrit kutularını, gazoz şişelerini, kaset kapaklarını, ait oldukları nesneyle hiç alakası olmayan bir merakla okumaya başladım. Bugün sahip olduğum bir yığın işe yaramaz bilgi, o günlerin mirasıdır. Şu an bile gözümü kapattığımda Çamlıca gazozunun muhteviyatını ezbere söyleyebilirim. Bakkal Hamdi’nin tabelasının hangi içecek firması tarafından hazırlandığını hala unutmadım. Özellikle annemi ciddi bir endişeye sürüklemeye başlayan okuma tutkusu, hakkımda yapılan “tuhaf” imasının üzerime iyice yapışmasına da yol açtı böylece. Sanıyorum bizimki gibi az okuyan toplumların karakteristik özelliklerinden biri de budur. Okumayanlar, okumadıklarıyla kalmazlar okuyanları da tuhaf bakışlarla süzerler. Onların bunalımlı, ya da daha insaflı bir değerlendirmeyle yalnız olduklarını düşünerek garip bir şekilde kendi okumama hallerine bir mutluluk kılıfı geçirirler ve şükrederler.Küçük bir çocuğun başka her şeyden vazgeçme pahasına yazıya tutkulanması karşısında da gösterebilecekleri en basit tepkinin “tuhaf bu çocuk” iması olması, şaşılacak bir şey olmadı haliyle. İlk okuduğum kitaptan sonra araya başka kitaplarda girdi tabi. Ama benim üzerimde ikinci vurucu etkiyi yapan kitap Sefiller oldu. Sünnet olduğum gün yine babamın ve yine sadece kapağına bakarak aldığı kitap çok sonraları okuduğum orjinal çevirinin oldukça kısaltılmış bir versiyonuydu. Buna rağmen J.Valjan, Cosette, Maryüs ve diğer karakterler uzun süre etkisinden kurtulamadığım yeni düş arkadaşlarım oldular. Artık gözlerimi kapatıp kendimi onların zamanında ve dünyasında hayal ettiğim anlar, okuma tutkusunun sadece okuduğum zamanlarla sınırlı kalmamasını sağladı. Okumadığım zamanlarda kendimi kahramanlarımdan birinin yerine koyduğum ve onun yaşadıklarını kendi yaşadıklarım varsaydığım “gündüz rüyaları” m olmuştu. Özelikle hep kaçmak istediğim ama zorunluluklardan dolayı bir yere kıpırdayamadığım mekanlarda(okul gibi) , sıkıntıdan cinnet geçirmemi engelleyen tek şey bu gündüz rüyalarıydı. Bugün bile bir yerde çok sıkılıyorsam eğer – ki genelde bulunduğum yerlerin çoğunda çok sıkılıyorum– gözlerimi bir noktaya sabitleyip kendime hemen bir gündüz rüyası kurgulayıveririm..
Büyüdükçe bir şeyi şaşkınlıkla farkettim. Diğerleri hakkında çocuk aklımla vardığım yargı doğruymuş. Büyüklerin dünyası gerçekten çok sıkıcı ve üzüntüden başka hiçbir vaatleri de yok. Ve bu durumla başedebilmemi sağlayan, tam olarak onlardan biri olamasam bile içlerinde, kıyıda köşede bir yerlerde çıldırmadan yaşayabilmemi sağlayan yegane dostlarım hala kitaplarım. İyi kötü ayrımı yapmadan sahip olduğum ve okuduğum bütün kitaplarla yaşamım boyunca hep gurur duydum. Ama bazı kitaplar, daha doğrusu benim o kitaplarda bulduklarım diğerlerinin hep bir kaç adım ötesindeydi. Ve zamanla okuduğum kitaplarla içinde bulunduğum ruh hali arasında simetrik bir uyum ortaya çıktı. Bugün de oynamayı sürdürdüğüm keyifli bir oyun keşfetmiş oldum böylece.. Hala canım çok sıkkınsa Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı okurum. Holden ile birlikte masumiyetin kayboluşunu ve bunun insanı delirten trajedisini yaşarım. Çok öfkeli olduğum zamanlar George Perec okurum. Dehası ve okuyan herkesin sinirini bozacak ukalalığı onunla birlikte bütün dünyaya meydan okuyormuşum gibi bir hisse sürükler beni. Kendimi çok yalnız hissettiğimde Tutunamayanları okurum. Selim’ in herkesin gözünün içine yalvararak bakıp “canım insanlar” demesi ama hiç kimsenin durup onu anlamaya çalışacak kadar vaktinin olmaması ruhumda bir yerlerin çivisini söker. Aşık olduğum zamanlar Marcel Proust okurum. Dev eseri Kayıp Zamanın İzinde etrafımızda gördüğümüz her şeyin, her ayrıntının edebiyatta ve yaşantımızda bir değeri olduğunu ve bütün güzelliklerin de ayrıntıların arkasına saklandığını anlatır bana. Hiçbir şey hissetmediğim zamanlarda da Ahmet Hamdi okurum. Huzur ya da Saatleri Ayarlama Enstütüsü benim için zamanın durduğu ve onlar elimde olduğu sürece hiç akmayacağı kutsal birer objeye dönüşür.
Herkesin kafasında dünyanın sonu ile ilgili bir takım imgeler vardır mutlaka. Benim için kıyamet, yazının ve kitapların tedavülden kalkmasıdır. Kendimin ve dünyanın başına gelebilecek en büyük felaket nedir diye düşündüğümde hep aynı şey aklıma gelir. Galiba ölümden bile en çok şunu düşündüğüm zamanlarda korkuyorum. Öldüğüm zaman, bir daha kitap okuyamayacağım…
İrtifa kaybedip, kazanacağım yerde
Alkolün ve kalabalığın verdiği esenlikle
Gülümseyerek düşündüm seni, kendimi bir şey zannedip
Oradayken sen ve ben buradayken
İp gerip aramıza yanına gelirim zannederken
Hop! dedi dış ses, kalkalım, rakı bitti!
Her şeyden emekli olmak istiyorum. Herkesin itiraz etmeden gülümseyerek kabul edebileceği bir tür kenara çekiliş. Kolektif varoluş salatasının dışına çıkmak ve bir köşede kımıldamadan olup biteni seyretmek. Evet istediğim tam olarak böyle bir şey. Eğer ışık hızında giden bir tren çarparsa bana aslında çarpmış olmazmış. Kütlemin, kütlesinin yanında esamesi okunmayacağından beni yok etmeden sonsuz yolculuğuna ortak edebilirmiş o tren. Varolmaktan tamamen vazgeçmeden yok olmak. Ne güzel trendir o tren. Sahi gerçekten olabilir mi öyle bir tren? Yoksa Einstein'da koca bir yalancı mı?
Çocukken sıklıkla oynadığım bir oyun vardı. Gerçi sevip sevmediğimden çok emin değilim, bir tür mecburiyet hissiyle oynanırdım o oyunu. Sıkkın ya da üzgün olduğum zamanlarda (ki genelde sıkkın ya da üzgün olurdum) gözlerimi sımsıkı yumup düşüncelerimi ve ruhumu başka yere ışınlardım. Tek kural vardı, gözlerimin sımsıkı kapalı olması ve içeri hiç ışık sızmaması gerekirdi. Babam anneme bağırırken yumardım gözlerimi, Peter Pan'ın yanına gidiverirdim ve birlikte Kaptan Kancayla savaşmaya başlardık. Nefret ettiğim sınıfımın kapısı gözlerimi kapattığım andan itibaren Alice'nin tavşan deliğine dönüşüverirdi. Kapıdan(delikten) içeri girer girmez olağanüstü maceralar da başlamış olurdu. Gerçi sımsıkı yumulu gözler öğretmenimin gözünde geri zakalılığıma delaletti ama bu çok önemli değildi her maceranın bu tür handikapları olurdu. Sünnet olurken ben Pal Sokağı Çocukları'ndan biriydim. Duyduğum acı, konuşmam ve mahallemin sırlarını açıklamam için yapılan işkenceler yüzündendi. Ama konuşur muydum? Asla. Çünkü gözlerimi kapattığım andan itibaren ben bir kahramandım..
Şimdilerde ise, ne zaman gözlerimi sıkıca kapatsam, bir zamanlar beni çok sevdiklerini söyleyen ama şimdi ittifakla nefret eden insanların yüzleri çıkıyor karşıma. Bir hayat nasıl bu kadar yanlış yaşanır?
Son on yılım iflah olmaz bir uyku problemiyle geçti. Gözlerim kendiliğinden kapanmadan uyuyamıyorum. Galiba bunun en büyük nedeni gözlerimi kapatmaktan ölürcesine korkuyor olmam. Çünkü ne zaman gözlerimi sıkı sıkı kapatsam ya telafisi olmayan bir kalp kırıklığı ya da tarafımdan inşa edilmiş iyi niyetler mezarlığı karşıma çıkıyor..
Öfke, üzüntü, pişmanlık.. O kadar iç içeler ki hayatımda, aralarında fark gözetemiyorum artık. Her yeni güne başladığımda sahiplerine duyuramayacağımı bildiğim özürler sıralıyorum bıkıp usanmadan..
Şu aralar en çok kullandığım sözcüklerden biri. Kısmet.. Bir tür tevekkül taklidi yaparak kaderi ve tanrıyı suç ortağı yapmak istiyorum galiba. Pek işe yaradığı söylenemese de, eh..
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!