Ay’ın bir sikime benzemediği bir geceydi. Yıldızlar da görünmüyordu ortalıkta, onları saklayan bulutlar da. Yarısını tek seferde içtiğim ucuz şarap patlıcan şerbetine, suratım muşmula hoşafına, kalbim otoyol geçeceği için istimlak edilmiş pancar tarlasına benziyordu..
‘Hiç mi özlemiyorsun beni? ’ dedim.
‘Korkuyorum’ dedi. ‘Sen beni o kadar çok sevdin ki, o yüzden korkuyorum’
Doksanların sonuna doğru Eskişehir'de öğrenciydim. Okulu bırakmak üzereydim, ailemi bırakmıştım, solculuk beni bırakmıştı. Sik gibi kalmıştım tek kelimeyle. Beş kuruş param olmadan günler geçiriyordum. Hala şaşarım, ne yiyip ne içiyordum o zamanlar diye? Tek bir örnek vereyim, sefaletin boyutunu anlayın. Bir gece yarısı soğuktan donmasın diye hohlaya hohlaya yazı yazmaya çalıştığım tükenmez kalem dondu. Üşüyordum, ne soba vardı ne doğalgaz. İkisi de umurumda değildi. Ama sahip olduğum tek kalem donup yazmamaya başlayınca panikle ortalığı birbirine katarak kalem aramaya başladım..mına koduğumun odasında bir tane bile kalem yoktu. Ne parasızlığı, ne gazsızlığı ne de açlığı umursayan ben, yazacak tek bir kalem bulamayınca yer döşeğine kapanıp sızana kadar ağlamıştım. Ertesi gün Titanik 4 adlı kafeye gidip beş altı tane kalem çaldım. Hala ödemiş değilim borcumu..
Depodan bozma tek odalı evimde, daha önce orada oturan öğrencinin çöp diye atmadığı arkası boş binlerce sayfa vardı. Okulu tamamen boşlamıştım. Uyku desen yıllar önce beni boşlamıştı. Yapacak başka hiçbir şeyim yoktu. Çıldırmış gibi yazmaya başladım ben de. Hastalığın tanımını bile değiştirmiş, manik değil panik depresif olmuştum iyice. Aklıma ne gelirse yazıyordum. Saatler, günler hatta aylar birbirine girmişti. Kiloyla aldığım tütünü uç uca ekleyip, bir taraftan şehvetle sigara içiyor diğer taraftan da aklıma ne gelirse yazıyordum. Hayatımın en öfkeli yazılarıydı onlar, başka bir buhran anında hepsini yaktığım, nelerden bahsettiğim hakkında şu an en ufak bir fikrimin bile olmadığı, binlerce sayfa. Bir yüzlerinde makro iktisat, hukuka giriş, ekonometri notları, diğer yüzlerinde benim hezeyanlarım. En azından bir kaç tanesini saklayabilseydim keşke..
O saçma sapan ve hepsi birbirine benzeyen günlerden biriydi. Neredeyse 24 saat yemek yemediğim ve uyumadığım günlerden biri. Yine kudurmuş gibi sabahtan akşama kadar yazdığım, öfkeden ve yorgunluktan başımın çatlayacak kadar ağrıdığı bir gün. Dışarı çıkayım dedim, biraz hava almak için (pencere bile yoktu.mına koduğumun odasında) . Kendimi dışarı atıp gelişigüzel dolaşırken önce kalabalığı fark ettim, sonra garip şarkılar eşliğinde yaptıkları enteresan hareketleri ve sonra bazılarının tuhaf kırmızı kostümlerini. Vay anasını dedim dışımdan, lan bu gece yılbaşıymış. Birden annemi aramak geldi aklıma. Kastamonu'daydı ailem. Elimi cebime attım, uzun süredir sakladığım jetonu aldım ve kulübe aramaya başladım. Porsuğun kenarındaki kulübeye geçip tuşlara bastım. Tek bir jetonum vardı, konuşmak istediğim binlerce şey vardı, etrafımda eğlenen sürüyle insan vardı ve o an benim sadece anneme ihtiyacım vardı. İkinci çalışta açıldı telefon. Kardeşim çıktı, annemi istedim. Hastaneye götürdü babam dedi. N'oldu ne hastanesi dememe kalmadan kapandı telefon. Delirmek üzereydim. Dışarı çıkıp kulübenin yakınındaki insanlara jeton sordum. Kimsede yokmuş. Bayiye gidip jeton istedim, parasını yarın bırakırım dedim. Yok dedi pezevenk. Oysa kasanın yanındaki jeton kutusunu görüyordum. Allah belanı versin deyip sokağa çıktım tekrar. Hayatım boyunca hiç yapmadığım bir şey yapmaya başladım. Geçen insanlara bozuk paranız var mı diye sorarak yürüdüm. Yarım saatten fazla dolaştım, en az yirmi kişiye sordum. "Pardon, bozuk paranız var mı? Yirmisinin de yokmuş bozuk parası. Yavşakların yılbaşı eğlencesi vardı, markalı botları vardı, sevgilileri vardı, kalemleri, doğalgazları, planları vardı. Ama hiçbirinin bozuk parası yoktu. Serdar aklıma geldi sonradan. Evi biraz uzaktaydı. Ondan alırım jeton parası diye düşünüp tekrar yürümeye başladım. Sonra yolda bir tanıdık denk geldi. Durumu anlatıp biraz para istedim. O parayla da üç tane jeton alıp hemen evi aradım..
Ona şu an çok ihtiyacım var; daha önce hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştım ona. O kadar acil bir durum ki bu kalbimin ortadan ikiye bölünüp aşağıya, bacaklarımın arasına düşmesinden korkuyorum. Bunun kulağa komik geldiğini biliyorum. Otuz yaşını devirmiş bir adam olarak daha olgun davranmam gerektiğinin de bilincindeyim, ama olmuyor işte. İster çocukluk deyin, ister toyluk hatta delilik. Umurumda değil. Onun yanına gitmeliyim, yoksa sonsuza kadar kaybedeceğim..
Daha önce de buna benzer şeyler hissettiğim oldu. Aslında onu özlemediğim bir an bile olmadı ama farklı ve çelişik duyguları aynı anda yaşadığımdan olsa gerek, bir şekile kendimi tutmayı başarabildim. Ayrılığımızın ilk günleri acı ve öfkeyi birlikte yaşadım. Sonra sonra öfkenin yerini artık tüm hücrelerimde hissettiğim özlem aldı. Sonra özlem yeni öfke nöbetlerini beraberinde getirdi. Zaman zaman tekrar döneceği umudu yeşerdi, sık sık da onu tamamen kaybettiğim fikrine kapıldım. Ama hissettiklerimin herhangi birinde ısrarlı olup alışkanlık geliştirmeme izin vermedi zihnim. Manik depresif bir hal, bir uçta umutsuz bir aşk ve tutku; diğer uçta da iflah olmaz bir öfke ve kızgınlık olan dar bir koridorda bir ileri bir geri götürüp getirdi beni. Kendimi dünyanın en büyük haksızlığına uğramış hissettiğim zamanlarda onu bir kaşık suda boğmak istedim; ama o an karşıma çıksa boyununa sarılıp beni affetmesi için yalvarmaktan başka hiçbir şey yapamayacağımı da çok iyi biliyordum.. Terk edilen insanların terk edildikleri ilk zamanlarda yapabilecekleri bütün saçmalıkları yapıp düşünebilecekleri bütün aptallıkları düşündüm. Öfkem ve acım o kadar büyüktü ki bütün dünyanın bana acımasını istiyordum. Herkes bilmeliydi, vah vah demeliydi herkes, ilgi ve alaka göstermeleri gerekiyordu. Tek başına üstesinden gelemeyecektim bunun. Bundan daha büyük bir acı olamazdı sanki herkes bunu anlamalıydı, hiç kimseye bir şey anlatmama gerek kalmamalıydı. Herkes işini gücünü bırakıp benimle acı çekmeliydi. Ben hayatımın anlamını kaybetmiştim, onlar benim yanımda olup hiç konuşmadan beni anlamalıydı, beraber ağlamalıydık, beraber hüzünlü şarkılar söyleyip, beraber sarhoş olup, beraber öfke krizleri geçirip beraber... O kadar çaresiz ve zavallı hissediyordum ki kendimi, yüzüme "neler yaşadığını anlıyorum ve senin için üzülüyorum" der gibi bakan herhangi biri bile kanayan ruhumu biraz teskin edebilecekti. Olmadı. Belki ben onlara nasıl ihtiyaç duyduğumu hissettiremedim belki de onların çok işi vardı. Durup böyle saçma sapan hezeyanlarla ilgilenemeyecek kadar meşguldüler. Sonunda onlar da öfkemden nasiplerini almaya başladılar. Beni terk ettiği için ondan, beni anlamadıkları için onlardan ve elimden hiçbir şey gelmediği için kendimden nefret etmeye başladım. Hatta bir ara bölündükçe çoğalan bu öfkenin içimdeki aşkı bile alt ettiğini düşündüğüm oldu. Ama tüm bunların zavallı birer savunma mekanizması semptomu olduğunu o kadar iyi biliyordu ki bir yanım, içten içe beni yiyip bitiren sızı tek bir gün bile azalmadı.
O kadar üzgündüm ki, hayatla işimin bittiğini düşünmeye başlamıştım artık. Yaşıyor olmak için yaşamanın manası yoktu sanki. Ve tuhaf şeyler düşünürken yakalamaya başladım kendimi sık sık. Hızlı trenin önüne fırlamak, tabanca ya da gaz, yüksek binalardan atlamak, çalışan bir otomobille birlikte kendimi garaja kilitlemek, yarısı boşalmış rakı şişesine iki kutu xanax boşaltıp yavaş yavaş çözülmesini bekledikten sonra tek yudumda kafama dikmek, odamın kapısına ve camına çok sayıda asma kilit taktıktan sonra anahtarları kapının altından dışarı atıp odadaki bütün kitapları ateşe vermek.. Ama o kadar korkaktım ki tüm bunlar birer fantezi olmaktan öteye geçemedi..
Şimdi daha sakinim. Ve daha az öfkeli. Hala üzgün ve çaresizim evet ama biliyorum ki içimdeki sevgiyi öldürmeye hiçbir duygunun gücü yetmeyecek. Artık başka hiçbir şey umurumda değil. Tek bir şeyden eminim. Ona şu an çok ihtiyacım var. Daha önce hiç olmadığı kadar. Nasıl olur bilmiyorum ama onu görmek zorundayım. Yaptığım ya da yapmadığım her şey için özür dilemeliyim. Onu ne kadar çok sevdiğimi ve o olmadan her şeyin ne kadar eksik yaşandığını anlatmalıyım. Bir bebek gibi hiçbir şey bilmeden ayaklarının dibine atmalıyım kendimi, tutup ellerimden kaldırması için gözlerine bakmalı ve her şeyi onunla yeniden öğrenmeliyim. Geçmişteki doğruların ya da yanlışların muhasebesini yapmaktan vazgeçtim. Hiçbir şey, hiçbir yaşantı hiçbir söz umurumda değil artık. Nefes almakla alamamak arasındaki fark gibi bir şey şu an onu görmek ya da görememek. Olgun davranmak filan istemiyorum. Ağırbaşlılıktan da bahsetmeye kalkmasın kimse. Bilincim yerinde, sakinim, ne istediğimi çok iyi biliyorum. Benim şu an sadece ona ihtiyacım var. Daha önce hiç olmadığı kadar...
On dakikadır kafamda uçsuz bucaksız bir yeşil
Ve kesileceğinden habersiz yeşilliklere gömülüp
Sakin sakin otlayan bir kuzunun huzuru
Hayat ne tuhaf allahım nelere özeniyor insan
Az önce oturup saydım tam altı yerim ağrıyor
Atıl bir ardiye çöpü gazı kaçmış kutu kola
bob dylan.. ya da siktiret şimdi orhan gencebay daha iyi anlatır bizi;
bir zamanlar benim sevgilimdin
yanımdayken bile hasretimdin
şimdi başka bir aşk buldun
mutluluk senin olsun..
Ottawa’da bir otel -nedenini bilmiyorum-
İn the cros files, My Way, Veleddalin amin
İyice bi sıcak olsa, böbreklerim ağrıyor
Geyik kanı istiyorum, lütfen allahım, amin..
Biraz zorlasam kendimi sanki yedi atacağım
Başka bir oyunun parçasıyım şimdi. Seninleyken oynadığımız oyun gerçek bir hayat yaşıyormuşum hissi vermişti ilk kez. Fakat ne yazık bütün mükemmel oyuncular gibi rolünü kötü oynayıp gittin. Falso vermedin hiç, o kadar kötü oynadın ki bunun oyun olamayacak kadar gerçek olduğunu zannetmiştim. Müthiş bir ustalık bu, oyun oynamak ama bunu kötü yapmakta ustalaşmak ve karşıdakine neredeyse oynamıyormuş gibi hissettirmek. Kısacık zamanda kendimi kaptırdığım oyun büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Şimdi başka bir oyunun parçasıyım, senden çaldığım rolü tek başıma oynamaya devam ediyorum ama bu artık başka bir oyun. Varmışsın gibi yapıyorum, ama senin kadar kötü oynamayı beceremediğimden gerçek gibi gelmiyor bana bir türlü. Musallat olacağın diğer hayatları da kötü oyunlar oynanan sahnelere çevirebilecek misin bilmem. Ama kabiliyetli olduğunu biliyorum, bir de benim gibi saf bir rol arkadaşı bulursan çok daha büyük trajedilere vesile olacağından hiç kuşkum yok.. Başarılar diliyorum...
Beklemek.. Çok sabırsızsan, ömrün geç kalmalarla geçmişse ve artık hiçbir şeyi beklemeye tahammül edemiyorsan ama başka çaren de yoksa ruhunun başına gelebilecek en büyük işkencedir beklemek. Godot'yu bekler gibi tıpkı. İçine düştüğün çıkmaz uzaktan bakan herkesi gülümsetecek kadar komik ve yine aynı herkesin nasihatler yağdıracağı kadar da acıklıdır. Traji-komik.. Hiç gelmeyecek bir telefonu beklemek tıpkı tren yolu olmayan bir şehirden tren beklemek kadar acıklıdır. Üstelik tren yolu olmayan şehirden beklediğin trende gelmesini umduğun yolcunun olup olmadığı da belli değilse. Alın işte hem trajedi hem de komedi. İki perde. Oyunumuza hoşgeldiniz. Lütfen yedi yaşından küçük çocukları salonumuzdan çıkartınız. Onların oyunumuzu anlama ihtimali çok kuvvetli çünkü ve bizim oyunumuzun esası anlaşılmamak üzerine kurulu. Biz acı çekeceğiz siz de kahkahalarla güleceksiniz bu kadar basit herşey. Delileri de almıyoruz üzgünüz. Deliler ve çocuklar oyunun komikliklerini atlayıp bize acımaya ve ağlamaya başladıklarından dengemizi kaybediyor ve devam edemiyoruz. Tecrübeyle sabittir. Daha önceki oyunularımızı izleyen bu güruh her şeyi daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Çünkü bizi anlamaya ve bizimle birlikte acı çekmeye başlamışlardır. Bizim sizin gibi aklı başında izleyicilere ihtiyacımız var. Rahat koltuklarınızda çaresizlikten düştüğümüz acıklı durumlara gülmeniz esasına göre yaşadık biz hayatımızı! . O yüzden lütfen.. Çocuklar dışarı! . Evet başlıyoruz şimdi. Birinci perde. Öleceksiniz gülmekten hazır olun. Ve beliriyoruz sahnede. Selam vermeyi beceremeyerek ve nereye bakacağımızı bilmeden şakınlıkla gözlerimizi gözlerinizden kaçırmaya çalışarak ilk alkışı alıyoruz yükselen kahkahalarınızın eşliğinde. Sonra nasıl her söylenene inanılır bölümüne geçiyoruz. Seyircinin en çok eğlendiği bölümlerden birisi.. Sevgili, seni seviyorum diyor hemen inanıyoruz, önemlisin sen diyor koltuklarımızı kabartıyor sen diyor bir tanesin akıllısın yakışıklısın beni en güzel sen seversin. Başımıza gelecekleri bilmediğimizden öyle bir sarılıyoruz ki ona oyunun sonunu farkeden akıllı izleyicinin kahkahaları bile ulaşmıyor kulaklarımıza. Mutlak bir inançla ve daha önceki aldanışları aklımıza bile getirmeden her söylenene inanıyoruz. Ve o kadar güzel oynuyoruz ki rolümüzü sonlara doğru bazı daha az akıllı seyircinin neredeyse kafası karışır gibi oluyor. Merak etme seyirci, bizim oyunumuzda şaşkınlığa yer yok her şey beklediğin gibi gelişecek biraz sabret.. Boşuna bilet almadınız değil mi? sizi üzecek halimiz yok.. Sonra her söylenene inanma bizde alışkanlık haline geldiği an sevgili sevgilimiz sırtını dönüp gidiveriyor. Kalakalıyoruz ortada. Kulaklarımızda bize söyledikleri. Evet ikinci bölüme geçtik artık. Umutla bekleme. Yanıldığını anlayıp döneceği umuduyla beklemeye başlıyoruz çok şey yapmak isteyerek ve hiçbir şey yapamayarak. Bu halimiz seyircide gülmenin tavan yaptığı an oluyor. O kadar belli ediyoruz ki çaresizliğimizi sevgili bile gülmekten alamıyor kendisini. Bir süre bekledikten sonra oradan oraya koşturuyoruz yalvaran bakışlarımızla peşinden koşup kendimizi affettirmeye çalışıyoruz, gözüne girmek için acınacak hallere sokuyoruz kendimizi kurtlar gibi böğürerek ağlıyoruz öfkeleniyoruz sinir krizleri geçiriyoruz bağırıp çağırıyoruz çığlıklarımız kahkahalarınıza karışıyor ve.. Ara veriyoruz on dakika ihtiyaç molası. Buradayız biz merak etmeyin ikinci perdeyi oynamaya devam ediyoruz. Herkes çıktı mı? Güzel.. Evet şimdi evlerinize gidebilirsiniz. Oyunumuz post moderndir abiler ablalar.. İkinci perde sahnede değil dışarda devam edecek. Evlerinize gidin yüzünüzdeki gülümsemeyle. Biz teker teker gelip yanınızda oynayacağız ikinci perdeyi. Evet biletle birlikte ruhumuzu da satın aldınız. Çağırın istediğiniz zaman kaldığımız yerden evinizin salonunda devam ederiz. Yalnız lütfen çocuklarınızı yatırdıktan sonra çağırın.. Bir de, deliler..
Son on yıldır her buhranlı zamanımda yaptığım gibi Georges Perec’ e sarıldım şu aralar. Böyle anlarda aşağılanmaya ihtiyaç duyuyor insan ve dünyada bunu Perec kadar ustaca yapan ikinci bir yazar yok. Kendisininki dahil tüm yaşamları oyun olarak gören büyük usta dille, kültürle, modernizmle ve insanlığın bütün ortak birikimiyle o kadar güzel geçer ki dalgasını kanatlanmaya hazır egolarımızın balon gibi sönüverdiğini görürüz. Büyük savaş yıllarında anne ve babasını savaşta ve toplama kampında kaybettiğinde henüz küçük bir çocuk olan Perec, bu travmayla ancak oyun metaforuyla baş edebilmiştir. Yıllar sonra hiç e harfi kullanmadan yazdığı Kayboluş romanı - ki Fransızcada en çok kullanılan harftir e- bu kaybolma oyunun olağanüstü bir sonucudur. Bu kitabıyla bir taraftan post-modern anlatım tekniğinin en ustaca örneğini vermiş diğer taraftan da dilin ve edebiyatın ciddiye alınmadığı müddetçe değerli olabileceğini kanıtlamıştır. Ne demektir dilin ve edebiyatın ciddiye alınmaması? Yazma ve okuma gereğinden fazla ciddiye alınırsa eğer kaçınılmaz bir üretme kabızlığına düşer insan. Biçim kaygıları, ifade seçiminde zorlanmalar, dilin, anlatının çerçevesini belirleyen ve bir yerden sonra yaratıcılığı engelleyen sınırları edebi bir metin oluşturmaya çalışan bireyin yaşadığı temel sıkıntılardır. İşte yazının deli-dahisi Georges Perec kendisini tüm bu sıkıntılardan kurtararak bir nevi Mesih gibi yeni bir edebiyatın mümkün olduğunu ve bunun aslında düşünüldüğü kadar ciddi bir şey olmadığını kanıtlamıştır. Onun için kelimeler, hatta harfler büyük bir oyunun küçük parçalarından başka bir şey değildir. Yeterince cesur ve yetenekli olan her yazar bir süre sonra bu kelime ve harflerin efendisi olur, onlara hükmetmeye başlar. Bunun sonucunda da tıpkı Kayboluş’da yaptığı gibi anlatmak istediği şeyi hem mükemmel bir ustalıkla anlatır hem de basmakalıp bütün anlatım tekniklerine ve dile meydan okur. Bir yazarın yazdığı dile meydan okuması da karşılaşılabilecek en büyük edebi kahramanlıktır. Ama Perec’in hünerleri sadece dilin dersini vermekle sınırlı değildir. Başta da ifade ettiğim gibi onun için her şey bir oyundur ve oyuna dahil olan tüm unsurlar edebi anlatının malzemesi olabilir. Bunun en güzel örneği de her seferinde şaşkınlıkla okuduğum “Ücret Artışı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı Ve Biçimi”dir. Evet kitabın ismi bu ve sadece kitabına bu ismi koyması bile ne tür bir belayla karşı karşıya olduğumuzun göstergesidir. Kitabın bütün içeriği aslında başlıkta söylenmiştir. Metnin tamamı tek bir cümleden oluşur; büyük harf dahil hiçbir imla işaretinin kullanılmadığı sayfalar boyunca durup nefes alınacak bir yer dahi yoktur. ‘Her seferinde yeni bir biçim alır gibi görünse de sık sık ve bilinçli olarak yapılan tekrarlar giderek boğucu hale gelir ve örneğine ancak Kafka’da rastlanabilecek bürokratik bir anafora dönüşür. Ama bir yandan da komik ve eğlencelidir.
Bütün bu tekrarlar aslında çalışma hayatının, adına büro denen canavarın temel işleyiş biçimidir. Ücret artışı talebinde bulunmak için şefiyle görüşmek isteyen kahraman, defalarca sekreterle çene çalmak ya da koridorda bir ileri bir geri gidip gelmek durumundadır. Sekreterin nasıl bir gece geçirdiğinden, şefin o an nasıl bir ruh hali olduğuna varıncaya kadar birçok değişkene bağlı olan şey, zam hayalinin gerçekleşmesi, giderek absürdleşen bir döngü içinde önemini tamamen kaybeder. Bu haliyle Sysiphos'un o bitmek bilmeyen ve aslında hiçbir yere varmayan, tek edebi kahramanı sonsuz bir cezaya çarpıtmak olan hikayesinin modern bir versiyonu gibi de okunabilecek olan kitabı bitirip kapağını kapattığımızda, bir yandan gerçek bir edebiyat şöleni yaşadığımızı hissederken bir yandan da o cümlenin yine sürekli değişerek kafamızın içinde dönüp durduğunu fark ederiz.’
Bütün insani duyguları aynı anda yaşatan Perec, okuru zekasıyla güldürür, parlak buluşlarıyla şaşırtır ve hüznüyle duygulandırır. Daha dört yaşındayken, savaşa gönüllü katılan babasını, yedi yaşındayken de Naziler tarafından Auschwitz’de öldürülen annesini kaybeden Perec’in, mutsuz geçirdiği çocukluk yıllarında içine işleyen acılar, o ne yaparsa yapsın, hangi çatlağı kapatmaya uğraşırsa uğraşsın metninin dışına sızar ve okura bulaşır. Bir taraftan oyunlarıyla bizi şaşkına çevirirken diğer taraftan bu oyuna yol açan trajedi yüreğimizi burkar.
Onun olgunluk döneminin en önemli ürünü olan Yaşam Kullanma Kılavuzu ise gerçek anlamda edebiyatın sınırlarının çizildiği ve ancak Joyce, Proust, Nabokov, Kafka gibi ustaların yapıtlarıyla kıyaslanabilecek bir eserdir. Go, Puzzle gibi “gerçek oyunlar”ın eşliğinde olağanüstü bir genel kültür labirentinde kaybolmamızı sağlar.
‘Matematik denklemleri, bir satranç maçındaki ölümcül pozisyon, anlamsız kitap başlıkları, reklam panoları, her şey bir anda okurun önüne çıkabilir ve metindeki bu kara noktalardan saf görsel boyuta bir kapı açılır. Hiçbir şey kitabın baskısı için bile olsa şekilsel değişikliğe uğramaz, italik yazılar asılları gibi basılmıştır. Paragrafların arasına sıkışmış bir restoran menüsünün etrafındaki süsleme bile aynen kalır. Geçmiş zaman kipini en baştaki ana varmak için kullanır yazar.’ Karakterlerinden birini tanımlamak için kullandığı kelimeler aslında yapıtın tamamı ve kendisi için de geçerlidir. “Ondan geriye hiçbir şeyin, kesinlikle hiçbir şeyin kalmamasını istiyordu, ondan, boşluktan başka bir şeyin, hiçliğin lekesiz beyazlığından başka bir şeyin, yararsızın boş mükemmelliğinden başka bir şeyin çıkmasını istemiyordu” (82.Bölüm,s.437)
Kitap okumak aslında bize sıkıldığımız ve baş edemediğimiz diğerlerinin dünyasından kaçma şansı verdiği için zaten ayrıcalıklı bir durumdur. Ama eğer bir Perec okuruysanız ve etrafınızda Perec okuyan çok fazla insan yoksa bu durumun size vereceği ekstra ayrıcalık iyi ki onlar gibi değilim diyebilmenize içtenlikle yardımcı olur. Georges Perec bütün oyunbazların, büyüyemeyenlerin, çabuk sıkılanların, mutsuzların, yalnızların, kaybolanların ve kaybedenlerin kıvırcık saçlı koca kafalı peygamberidir…
Ruhum kana bulanmış, faili malum.
Artık beni anlayacak tek canlı,
Mermi kovanını oyuncak yapan Filisitin'li bir çocuk..
Gidecek yeri olmayan bir adam nereye gider?
Ve neresidir sığındığı her yerde sığıntı olanın yeri?
Kaldırdım kafamı şöyle bir, pas verecek arkadaş aradım.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!