Hallederdik mesafeleri ne vardı farkıma varsaydın
Ben burda erirken sana hiç mi duymadı yüreğin
Bak ben çok Perec okudum, Neşet dinledim, Tarkovsky izledim
Allahı ve tabiatı ve annemi karşıma alıp
Seni sevdim iç güdülerimin farazi gölgesini reddedip
Bak mesela ortalık nasıl karışık nasıl
Yavaşça kanepeden kalkıp halıya oturdu. Sonra yavaş yavaş konuşmaya başladı, peşinden de yavaş yavaş ağlamaya. Küfürler ve kontrolsüz el hareketleri birbirini takip etti. Yavaşça sarılmak istedim ona. Yavaşça itti beni. Yavaş bir sinir krizi geçirmeye başlamıştı. Her şey çok yavaşlamış, zaman durma noktasına gelmişti. O an, o geçmeyen korkunç an banyoya gidip kendimi öldürmek istedim. Yapamayacağımı anlayınca da onu öfkesiyle başbaşa bırakıp yavaşça doğruldum, yavaş yavaş kapıya doğru gittim, usulca kapıyı açıp, dışarı çıkıp, sertçe kapatarak kendimi sokağa attım.
İnsanlar ve araçlar hızla geçiyordu her iki yanımdan. Yan yana yürüyen çiftler, hızlıca birbirlerine bir şeyler anlatıp telaşla bir yere yetişmeye çalışır gibiydiler. Herkesin ve her şeyin işi vardı da sanki, bir ben yakalanıp kovaya atılmış aptal bir balık gibi panik ve umutsuzluk içinde sağa sola bakıp duruyordum. Geri dönmek istedim bir an. Cesaret edemedim. Yavaş adımlarla geçidin oraya kadar geldim...
Hızlı tren geçti sonra önümden. Son vagonu da kaybolunca gözden, adımlarımı sıklaştırdım. Daha da hızlandım sonra. Hızlandım hızlandım hızlandım ve koşmaya başladım. Kafayı yemiş bir Amok koşucusu gibi bir taraftan ağlıyor bir taraftan da şuursuzca koşuyordum. Cengiz Topel Caddesi boyunca, omuz attığım insanlara bir kez bile dönüp bakmadan koştum. Köprüden sağa dönüp Şair Fuzuli Caddesine, onun bitiminde sola kıvrılıp Atatürk Caddesine daldım. Stadyum civarına geldiğimde kesildi nefesim. Bankların yanındaki çimlere attıp kendimi kahkahalarla gülmeye başladım. Şehrin yarısına rezil olmuştum ama umurumda bile değildi. Bir taraftan körük gibi inip kalkan göğsümü elimle bastırmaya çalışıyor, diğer yandan da kahkahalarla gülüyordum...
Gülüşünün kıyısından mutluluk aşırıyorum
Bol geliyor bana dünya fazla mı büyük bilmem
Sığınayım istiyorum diz kapağının dibine
Çok gördüm çok usandım uslandım ama valla
Evim bildim seni kalktım tüm tereddütleri bırakıp
Sana geldim yer göster köşeciğine sokulayım.
Yalnızlık.. Bir zaman sonra zorunluluk olmaktan çıkıp tercih olmaya başlar. Onlarla olduğun zamanlarda başına gelenler öyle acıtmıştır ki canını, haline acıyan beynin ya da Tanrı bir savunma mekanizması bahşeder sana. Adı da.. Tercih edilmiş yalnızlık. Bilirsin aslında, hatta hep anlatırsın da. Herhangi bir savunma mekanizmasının hiçbir asıl problemi çözdüğü görülmemiştir ama delirmemek için de onlardan başka dayanacak bir şey yoktur. Gittikçe nur topu gibi bir hastalığa dönüşür bu hal ve tuhaf bir şekilde kendini iyi hissettiğin bile olur bunun sonucunda.. Paranoid kişilik bozukluğu. Paranoid kişilik bozukluğunda gittikçe etrafındaki diğer insanlardan uzaklaşan kişi yakın ilişkiler kuramaz hale gelebilir. Kişinin duygusal anlamda yakınlık kurması özellikle kaçınılan bir olgu olarak görünür, çünkü duygusal yakınlık kendisini muhtemelen incitmeye ve kendisine zarar vermeye niyetli olan diğer insanların eline verilebilecek olan bir kozdur. Kontrolü elinde tutmak isteyen ve böylece diğer insanlardan zarar görmeyeceğini düşünen kişi, etrafındaki olası yakınlıkları bozmak için gerektiğinde açık bir şekilde kızgınlığını göstermeye ya da yalnızlığını bozacak herhangi bir girişimi açık bir şekilde püskürtmeye odaklanmıştır. Bu durum yalnız bireyin bir müddet sonra yalnızlığını kaybetmekten korkması ve yalnızlığını bozabilme ihtimaline sahip olabilecek insanları derhal defetmeye çalışması semptomuna yol açar. Saf yalnızlık, bir müddet sonra saf kontrol anlamına gelmekte ve tehdit edici olabilecek bütün unsurlar yalnızlıkla ortadan kaldırılabilmektedir. En uç noktalarda yaşanan büyük özerklik ihtiyacı, paranoid kişilik bozukluğu semptomları gösteren kişinin kimseden yardım almadan yaşamaya çalışmasını da böylece açıklar.. İyi halt eder..
Rüyamda ters dönmüş şişko bir kaplumbağaydım
Berkant'a anlattım, "oğlum" dedim "ben rüyamda ters dönmüş şişko bir kaplumbağaydım"
kıçın açık yatmışsındır dedi.
Başka kimseye anlatmadım..
Oysa herkes bilir ters dönmüş şişko kaplumbağalar
birileri ellerini kabuklarının altından dolaştırıp ters yöne çevirmedikçe
1.
Oktay Rıfat hep içimi acıtmıştır benim. Şiir tarihimizin en yetenekli isimlerinden biri olmasına rağmen hakettiği ilgiyi bir türlü göremedi, gölgede kaldı hep. Orhan Veli ve Melih Cevdet ikilisin ardından anıldı adı. 'Garip' şiirinin en afili abisiydi oysa.. Orhan Veli genç yaşta ölmüş olmanın kaçınılmaz popülerliğinden, Melih Cevdet sonradan olma solculuğundan çok ekmek yedi. Orhan Veli'nin hakkını yememek lazım tabi ama erken ölümü üzerine etrafında oluşturulan bohemist etiket şiirinin ötesine geçti. Melih Cevdet ise özellikle Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başladıktan sonra hatırı sayılır bir kitlenin desteğini aldı. Ve pek çok türde eser verdiği için de uzun ömrü boyunca ilgileneni hiç eksik olmadı. Oktay Rıfat ise ne erken öldü, ne bir klana dahil etti kendini ne de tutunamayan/bohem fuları takıp edebiyat gecelerinde arz-ı endam eyledi. Uzun yaşadı. Devlet memuruydu. Evliydi ve karısını çok seviyordu. En güzel şiirlerini onun için yazdı. Düz bir adamdı yani. Yaşamında büyük hayal kırıklıkları, çalkantılar, görkemli kayıplar v.s olmadığı için belki kimselerin çok fazla dikkatini çekmedi. Sıradan bir insandı, sıradan yaşadı ve öldü. Ama yazdıkları, Türkçe'nin ekonomik kullanıldığında nasıl da büyülü bir dil olduğunu, anlamak isteyen herkese kanıtladı.. 'Karıma' şiirinin son iki dizesi bile Oktay Rıfat'ı sevmek için yeterli sebep sayılabilir..
"Mutluluk bir çimendir, bastığın yerde büyür
Yalnızlık gittiğin yoldan gelir.."
Karısının kulağına fısıldadığı küçücük dizeler, bu nasıl sevmek böyle dedirtir adama, isyan ettirir, yazmaktan soğutur. Biliyorum ki hayatlarını şiir yazmaya adamış koca koca adamlar yüzlerce sayfa yazmışlar ama ömürleri boyunca o tek satırın yanına bile yaklaşamamışlardır.
10.
Yarım saat kadar süren ontolojik hesaplaşmamın ve etraftaki nesnelerle empati kurma çabalarımın sonucunda kendimi özdeşleştirebildiğim yegane nesnenin "bekar evinde kullanılıp bir köşeye fırlatılmış bulaşık süngeri" olduğunu farkettim. Şimdi bu durumdan bir sürü varoluşçu bilinçaltı analizi çıkartılabilir ama bu akşam öyle sikindirik şeyler yazmak niyetinde değilim. İstesem çıkarırım ama hiç uğraşamayacağım şimdi..
100.
Ama sen o kadar inançla söylüyorsun ki bunu. Büyümemek ve oyun oynar gibi yaşamak neredeyse tutku olmuş sende. Ben de oyun bozan olmak istemediğim için gitmekten bahsediyorum. Çünkü bazı oyunlar seyredilmez. Ya dahil olunur bazı oyunlara ya da çekip gidilir ortası yoktur. Tabi senin kafandaki çeviri merkezi o kadar saçma sapan çalışıyor ki bundan çıkardığın anlama şaşırmadım. Ama yine fena halde yanıldın. Dilediğince oyna içinden geldiği gibi davran dedim ama o kısacık cümlenin içinde söyleyemediklerimi görmedin sen. Orada bir hayıflanma var her şeyden önce, sonra feci bir imrenme ve özenme. Hayatta en çok övündüğü şeyi, içinden geldiği gibi oyunlar oynayıp yaşamayı artık beceremediğini düşünmeye başlayan bir adamın samimi bir kıskançlığı var orada. Artık bana yakışmayan şeylerin sende nasıl da güzel durduğunu fark etmek ve iç çekmek var orada. Kelimelerin ekonomik kullanımına bakıp tuhaf yorumlar çıkarmak da bir tür oyun mu yoksa. Eğer öyleyse kızmamalıyım değil mi? Belki bu da oyuna dahildir kim bilir? Oyuna devam..
101.
Ben olmasam ne olur? Ne zaman kendimi biraz da olsa önemsediğimi fark etsem aklıma hemen Yılmaz Odabaşı'nın dizeleri gelir.
"Şimdi ölsek; en fazla kahvede çaylar soğur.."
102.
Kendimi dahi anlamına gelen -de gibi hissediyorum. Diğerleriyle bitişik durduğum zaman huzursuzlanıyor, sırıtıyor, eğreti gibi oluyorum. Benim ayrı yazılmam lazım kimselerin yanına yakışmıyorum..
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!