Bir şey yapmadan önce durup düşünmeyi öğrenmedim. Aklıma ne gelirse yaptım, peşinden ne bok yedim lan ben dedim bu yaşıma kadar. Öfkemi kontrol edemiyorum. En büyük hobim etrafımdakileri kırıp dökmek. İnsan sevmiyorum (bebekler hariç) İnsanların toplu halde duyarlılık gösterdiği şeyler (sokak çocukları, sokak köpekleri, sokak lambaları v.s) zerrece umurumda değil. Çoğu zaman çaktırmasam da canım hep sıkkındır. İleri derecede ukala olduğum da beni tanıyan herkesin ortak kanaatidir. Buna bir de patavatsızlığı eklemek gerekir. En son söylenmesi gereken şeyleri kafadan söyleyip konu her neyse rezil etmeye bayılırım. Kimsenin sevmediği yazarları sever kimsenin dinlemediği şarkıları dinlerim. En çok eğlendiğim zamanlar oyuncaklarımla oynadığım zamanlardır. Günde en az bir 'ciddi saçma sapanlık' yapmazsam rahat edemem. Herhangi bir şey olabilir bu, ama mutlaka en az bir tane ağır saçmalığım olur her gün. Yüzüm hep asıktır. Hatta ayna karşısına geçip farklı tekniklerle yüz asma denemeleri yapmışlığım bile vardır. Senede en az iki kere depresyona girerim. Elimden neredeyse hiçbir iş gelmez, el becerisi gerektiren akla gelebilecek her işte çuvallama şampiyonu olabilirim. Becerebildiğim hatta becerebilmek bir yana idare edebildiğim tek bir spor dalı bile yoktur (Hatırlayabildiğim en büyük başarım: ilkokuldayken top sektirme yarışması gibi bir şey yapıyorduk dört arkadaş. Onbeş ya da onaltı kere sektirmiştim, hala zaman zaman o anı düşünüp hayaller kurup gülümserim.) İnsanları küstürerek koşarak etrafımdan uzaklaşmalarını sağlamak konusunda muazzam yetenekliyim. Bildiğim en zayıf iradeli insan ben olabilirim. Hemen hemen hergün sigarayı bırakmak konusunda sözler veririm kendime, ama uyku hariç maksimum iki saat ara vermişimdir. Üç yaşından beri düzenli olarak küfrederim. Elimden tesbihim hiç düşmez. Mutluluktan da hiç hazetmem, mutlu gibi olduğum zamanlar muhakkak üzülecek bir şeyler bulur, bulamazsam da hemen o an yaratırım. Bunlar bir çırpıda aklıma gelenler birazcık düşünürsem eğer yüzlerce şey daha ilave edilebilir..
Bittiği sanılan yerde başlayan hikayeler vardır. El sıkışıp ayrılınan yerde öyle bir deprem olur ki bazen, fark edebilen herkesin kalbini ve ruhunu sarsar. Ve ne acıdır ki, bunu oracıkta kalakalan, gidenin arkasından bakıp ağlamak ya da bir bira daha söylemek dışında hiçbir seçeneği olmayan o zavallı mağrur mağluptan başka kimse bilmez...
Bana bitti denilen şeyin bitti denilen yerde bitti denir denmez nasıl bitebildiğini anlatabilecek biri varsa söz ilk biralar benden. Saatlerce ağladıktan sonra makyajını tazeleyip alışverişe gidebilmenin aslında ne kadar normal olduğunu anlatabilirse biri bana, öldükten sonra ona organlarımı bağışlayabilirim. Birileri bana, bütün hafıza kuramlarına meydan okurcasına "unutmak istersem unuturum" diyebilmenin, üstelik söylemekle kalmayıp bunu yapabilmenin nasıl olduğunu gösterirse her sabah ekmeğini alıp evine kadar götürürüm yeminle. Balık tutmayı öğretmeyin bana, balık da vermeyin. Becerebiliyorsanız balık olmayı öğretin... N'oldu? Yemedi dimi?
Haydi dağılalım, çünkü kimse kimsenin umurunda değil!
Haydi dağılalım, çünkü birlikteyken çok komik görünüyoruz!
Eve dönen sigortasız bir travesti kadar yorgunum
Beni al, yont yoğur, sar sarmala
Alakası olmayan parçalara bölündüm
Tamamla..
Yaşamak sıkıntılı iş yaşlandıkça anladım
Anti depresanlar - Leonard Cohen; Rakı - Georges Perec; Sigara - Oğuz Atay; Yalnızlık ve Orhan Gencebay.. Karşımdaki saatin uğursuz tik takları başımı öyle ağrıtıyor ki. Kırsam kurtulur muyum? Zamanın dışına taşmak istiyorum. Akıl vermeyi bırakıp biraz huzur verseniz.. Aslında ihtiyaç duyduğum tek şey daha fazla sigara ve Leonard Cohen..
Sen o başkasıydın sahi artık bizimle olmayan
Ben ortalıkta dolaşan cep kanyağı muadili
Herkesin mi canı yanar bu işte bir yalnızlık var
Yalnız atlar bile koşamaz Napolyon'un atı hariç
Napolyon ki Waterloo'yu gördü yine ölmedi
Ölüm bu kolaysa da ha deyince ölünmüyor
Olmadı.. Büyük ideallerim vardı oysa, ama ayrıntıları aşıp hiçbirini gerçekleştiremedim. Takılıp kaldım hayatımın bir yerine,zamanlarımızın ölçü birimleri farklıydı, sizinki aktı, benimki durdu. İlerleyemedim bir türlü. Ama böyle olacağı belliydi, hayat bilgisi ortaokuldayken de zayıftı bende. Toplumsal sınıflamayı bir kerede anlamıştım, ama çocuklarla kavga etmeden maç yapabilmeyi hiç beceremedim. Hepiniz değiştirebileceklerinizi değiştirip değiştiremediklerinize uyum sağlayabilme mekanizmanızı inanılmaz bir ustalıkla çalıştırdınız. Şaşakaldım size, nasıl da hiç yanılmadan bukalemun gibi bir kerede bunu becerebildiniz? Hiç mi canınızı sıkan bir şey olmadı, her şey mi içinize sindi, nasıl başardınız bunu? Ben hep yanınızdaydım, aynı havayı soluduk sizinle, madem bu kadar kolaydı takılmadan yaşamak, bana neden öğretmediniz? Şimdi sizin zamanınızı aklım kavradı, ama ruhum hep aynı şeyi tekrarlıyor işte; "Ömrümün en güzel zamanı diye bir şey yok gerçekte. Bir yığın küçük büyük sevinçle bir yığın büyük küçük acının bir araya gelerek yaptığı bir bileşimle yıllar geçip bedenimin gücü azaldıkça, zihin gücüm genişlemiş gibi göründükçe, büyük işler yaptığım, büyük mutluluklar yaşadığım yanılsamasına kapılımışım,o kadar." Oysa her şey yanılsamaymış, anladım.. Bir söz vardı, şunun gibi bir şey; İnsan kendisi için gerçek ve mutlak olan mutluluğa yaşamı boyunca yalnız birkez erişir ve geri kalan tüm yaşamını bu mutluluğa tekrar ulaşmaya adar. Hayatımı bunun doğruluğuna adadım. Şimdiyse gülüyorum sadece.O kadar yorgunum ki ne tavsiye dinleyecek gücüm var ne her şeye yeniden başlayabilecek. İyisi mi rahat bırakın beni,soru sormayın. Misafir kabul edin hayatınızda, turistik bir temaşayla izlemenize itirazım yok. Ama ne olur acıklı bakışlarınızı üzerimden çekin. Çok istiyorsanız nasıl takılıpkalınıpyanlışyaşanılır dersini benim üzerimden alabilirsiniz. Ama lütfen acıma ve şefkat ihtiyacınızı benim üzerimden karşılamaktan vazgeçin. Şu an ne yapmaya çalışıyorum biliyor musunuz? Tek bir şey. Delirmemeye calışıyorum! Belki de yanlış yapıyorum. Hayatın saçmalığına tahammül etmenin başka yolu yok belki de. Yoksa zavallı aklımı çevreleyen çitleri yıkıp deliliğin kurtarılmış akıntısına mı bırakmalıyım kendimi?
Sıradan bir günün sıradan bir saatinde her zaman gittiğim yerde her zaman oturduğum arkadaşlarla oturup çay içiyordum. Fena halde saçmaladığımız, gelen geçen herkes hakkında konuştuğumuz ve konuşulan her şeye kahkahalarla güldüğümüz her zamanki gibi bir gün işte. Arkadaşlarımdan biri biraz da can sıkıntısından bütün masalara dağıtılmış referandum propagandası broşürünü altı parçaya bölüp altı tane küçük kayık yaptı. Daha sonra hadi bunları yüzdürelim dedi ve suyun kenarına gittik. Karşıya geçerken aklıma kayıklardan birinin içine bir dilek yazıp öyle suya bırakmak geldi. Tekrar masaya dönüp diğer arkadaşımdan kalemi aldım. Diğer kayıklar yüzmeye başlayınca herkes uzaklaştı ve ben elimde kalem ve kayıkla suya bakıp düşünmeye başladım. Ne dileyecektim? İlk başta aklıma hiçbir şey gelmedi. Elbette gerçekleşmesini istediğim pek çok isteğim vardır ama o an hiçbirini kayığa yazmaya değer bulmadım. Tuhaf bir şekilde oraya ne yazarsam olacakmış gibi bir şey hissettim. Sanki elimdeki kayık değil masallardaki meşhur cinli lambaydı. İçinden sanki cin çıkmış ve tek bir dilek hakkım olduğunu söylemiş gibi heyecanlandım. Sonra kalem neredeyse kendi başına hareket etti ve şunları yazmaya başladı. “O şu an nerede ve kiminle bilmiyorum. Ama onu bir zamanlar çok sevdim ve tek isteğim bunu hiç unutmayıp beni gülümseyerek hatırlaması. Umarım her neredeyse çok mutlu bir hayatı vardır” Tam olarak bunları yazdım ve kayığı porsuğa bıraktım. Neden öyle yazdım peki? Gerçekten bunu mu istiyorum? Bu sorunun cevabı yok galiba. Ama şundan eminim. Evet her insan gibi ben de unutulmaktan çok korkuyorum. Günün birinde, onun beyninde ve kalbinde anımsanmaya bile değmeyecek kadar silikleşmek ürpertiyor beni. Bunun herhangi bir beklentiyle alakası yok. Yaşamın, onunla ilgili tüm beklentilerimi öldüreceği kadar çok zaman geçti aradan. Yine de nasıl yaşamım boyunca yemeye, içmeye, tekrar aşık olmaya, sevişmeye, uyumaya, uyanmaya devam edecek bile olsam kalbimin ve beynimin bir kısmında hep o olacaksa, ben de onun kalbinin ve beyninin bir yerlerinde hep olmak istiyorum. Bu anlaşılabilir bir şey aslında, hiç kimse unutulmak istemez hatta “en unutulmaz” olmak ister. Bu tamamen kişisel bir dilektir. Ama şunu da fark ettim ki, hiçbir art niyet taşımaksızın ve benimle hiç alakası olmamasına rağmen bütün kalbimle onun mutlu olmasını çok istiyorum.İlk zamanlar ayrılmış olmanın verdiği acı ile insan pek böyle düşünmüyor. O da acı çeksin istiyor. Acı çeksin, sensiz yaşayamayacağını anlasın ve geri dönsün. Dönmeyeceğini anladığında bile onu mutluyken düşünmek sana haksızlığa uğruyormuşsun gibi bir şey hissettiriyor. Zamanla bu düşüncelerden sıyrılıyorsun tabi ve bir tür kayıtsızlık ortaya çıkıyor. Peki bugün o kayığa neden onun çok mutlu olmasını istediğimi yazdım? Neden onun mutlu olmasını istiyorum? Ya da bana ne? Galiba bu temenninin altında biraz utanç biraz da pişmanlık var. Biliyorum ki ben onu hiç çok mutlu edemedim. Mutlu olduğumuz zamanlar oldu elbette ama bunun hakettiği mutluluk olmadığını çok iyi biliyorum. Aradan bu kadar zaman geçince ve onu suçlu kendimi mağdur gibi görmekten kurtulunca daha çıplak görebiliyorum galiba her şeyi. Onun mutlu olmasını gerçekten çok istiyorum çünkü bunu ona borçluyum. Ona bütün kalbimle ve samimiyetimle mutluluk dilerken aslında utancımdan dileyemediğim bütün özürlerimi de diliyor gibi oluyorum. Onu üzdüğüm için, kırdığım için, çok istememe rağmen değişemediğim için; hep bencil, hep kibirli, hep küstahça davrandığım için, onu ne kadar sevdiğimi bir türlü belli etmeyi beceremediğim için, yaptığım bütün haksızlıklar ve uğrattığım bütün hayal kırıklıkları için kocaman bir özür borçluyum ona. Kibirim ve şartlar buna izin vermediği için karşısına çıkıp özür dilemeye cesaretim olmadı. Şimdiden sonra da zaten bunun onun gözünde pek bir anlamı olmaz. Yine de kayığa onları yazdıktan sonra gülümseyerek uzaklaşmasını seyrederken geç kalmış bir borcu ödemenin ferahlığını da hissetmedim değil. Kim bilir belki bir mucize olur, kayığıma yazdıklarım ulaşır ona bir şekilde. Affeder mi beni bilmem. Aslında bunun da pek bir önemi yok. Dediğim gibi bir beklenti yok artık. Bunu sadece aklımla değil kalbimle de söylüyorum. Ama günün birinde çok mutlu olduğunu, beni de unutmadığını ve ara sıra aklına geldiğimde gülümsediğini duyarsam, kayığımı hatırlayacağım sonra kafamı kaldırıp gökyüzüne bakacağım ve içimden şöyle diyeceğim. Teşekkürler tanrım…
Aptal değildim. Söylediklerinin doğru olmadığını biliyordum (en azından bir kısmının) . Ama umurumda bile değildi. Duyduklarım bir süre de olsa mutlu ediyordu beni. O söylemek istediklerini söylüyordu ben de duymak istediklerimi duyuyordum. Ve bu ikimize de iyi geliyordu. Belki bu esnada bir sürü doğru piç olup gidiyordu ama olsun. Doğru ne ki diyordum. Beş sene boyunca her sabah, hep bir ağızdan "doğruyum" diye bağırarak güne başlayan çocuk korosuyla büyüdüm ben. Küçüklerini sevmeyi yasa olarak kabul edip sonra küçüklerin götünün altına raptiye koyarak eğlenen bir neslin parçasıyım. Ne önemi var lan doğrunun, yalandan da olsa mutlu hissetmenin yanında?
Mevzuyu detaylandırıp lafı uzatmak istemiyorum. Birincisi, anlatacaklarım onu kızdırabilir; ikincisi, detaylar sizi hiç ilgilendirmez. Ama şu kadarını söyleyeyim bizim üzüntümüz onun artık yalan söylemekten vazgeçmesiyle başladı. Doğrular boynumuzu büktü çünkü. Oysa ben yıllarca oynayabilirdim başlarda oynadığımız oyunu. Ya da bilmiyorum belki de oynayamazdım, ama denerdim. Nafile.. Kağıtları dağıttı kader. Zarlar atıldı. Son taş çekildi ortadan ve kimse açamadı. Oyun pat'a kaldı..
Ne istediğimi soruyor sık sık. Ne istiyorsun diyor? Ne istiyorum? Bütün samimiyetimle söylüyorum bunu, sadece ve sadece iyi olmasını istiyorum. İyiyim diyerek geçiştirmesini değil ama. Gerçekten iyi olmasını istiyorum. Eğer böyle bir şey mümkün olsa, onun hep iyi olabilmesi için gerekirse sol elimi kesebilirim. Sikik bir mübalağa romantizmiyle söylemiyorum bunu. Gerçek bir satırı gerçek sağ elimle tutup gerçek sol bileğimin köküne tek seferde indirip kopan parçayı ayağımla tekmeleyebilirim eğer acıdan bayılmazsam. Bir keresinde, yoğun böbrek acısıyla kıvrandığım zamanların birinde, bana eğer böbreğim tamamen çürürse kendi böbreğinin birini hiç düşünmeden verebileceğini söylemişti. Verirdi de. Şimdi de verir. Senin için gözünü bile kırpmadan böbreğini verecek biri söz konusuysa elin lafı mı olur lan? Valla keser atarım n'olacak. Başka bir zamanda şey sormuştum ona. Demiştim ki, çok sıcak bir havada birer dondurma aldık ve yürüyoruz. Sonra birden benim ayağım takılıyor, sendeliyorum ve dondurmam yere düşüyor. O zaman kendi dondurmanı bana verir misin demiştim. Yine hiç düşünmeden veririm demişti. Ben de onu sevmeye karar vermiştim.
Çok çok kederden yıkılmış bir at kadar acınır bana
Veliefendi hipodromunda yarışı sonuncu bitirip
herkesi kendine güldüren yeleleri beyaz bir at
sahibinin tek telaşı, vursam mı sakat mı bıraksam?
Dünyayla aramızda uzun boylu bir ağrı var
Karşıdan karşıya geçerken caddede
yeşil ışık yansa bile
sen elimden tutmadıkça
kendimi güvende hissetmiyorum
Anne, kendimle ne yapacağımı hiç bilmiyorum




-
Ömer Tuğrap Konak
Tüm Yorumlarfcgyjntyhthy