123.
kutuplarda antilop terbiyecisi kadar yoğunum
mars'ta yaşam belirtisi ihtimali kadar mutlu
en büyük eğlencemdir altı yaşımdan beri
histerik gözlerimi devirip gökyüzüne
kayan yıldızların yerine yenilerini hayal ederim
124.
Sebep olduğum yaraları iyileştirmeye gücüm yetmez
zorum kendi aklımla bedenime sığmıyor ruhum
ama istersen giderayak son bir kıyak yapabilirim
katolik devlet hastanesinde tanıdığım çok iyi bir zangoç var
Bulut kadehe daha çok yakışmaz mı?
Gökyüzü tabağa
Apostol çoktan ölmüştür
Burası Bomonti
Dilimizde yarin ismi
Elimizde kısa parlament
215.
İnsan en çok, basit şeyleri tarif ederken zorlanır. Basit derken, bazen bir şeyin anlamının ve nedeninin o kadar açık olduğunu düşünürsün ki, anlaşılamayıp sorularla karşılaştığında nasıl cevap vereceğini bilemezsin. Ekşi gibi mesela. Nasıl bir şey olduğunu herkes bilir ama iş tarif etmeye gelince mesele çıkar. Zordur tarif etmek.
Beni neden seviyorsun? Neden beni seviyorsun? Benim neyimi seviyorsun? Bu sorulara cevap vermeye çalışmak da, en az ekşiyi tarif etmek kadar zordur. Seni seviyorum, çünkü… Kolay değildir gerisini getirmek. Sevgiyi o kadar derininde hissediyorsundur ki, buna gerekçe aranması tuhaf gelir. Anlasın istersin, inansın. Onu neden seversin? Sevdiğin için seversin. Başka herkeste sıradan ve alışılmış olan şeyler bile vesiledir çünkü. Uykum geldi der, seversin. Saçlarımı kestirmek istiyorum der, seversin. Tavla oynayalım mı der, seversin. Arar, ulaşamazsın bazen, yine severesin..
216.
İlkokul yıllarıma dair hatırladığım en kuvvetli duygu, derin ve şiddetli bir nefrettir. Okuldan, öğretmenlerden, sınıf arkadaşlarımdan, binadan, sıradan, kapıdan, siyah önlükten… Kelimenin tam manasıyla nefret ediyordum. Kafayı sıyırmak üzereyken, Jules Verne tuttu elimden..
Ortaokulla beraber öfkemin yerini bir tür öğrenilmiş çaresizlik aldı. Kendim dahil herkese ve her şeye gittikçe daha çok kızıyordum. Hiçbir şeyi değiştirecek gücüm olmadığını da çok iyi bildiğimden daha da içime kapanıyordum. Eğer o zamanlar yolum Dostoyevski’yle kesişmeseydi, belki de kendi karanlığımda kaybolup giderdim daha o yaşta. Onun, efsanevi huzursuzluklarla satır aralarında acı çeken kahramanları, kendimi mutsuzluk ilahı ilan etmeme engel oldu..
Lisede, derin bir nihilist egoyla yaklaşıyordum her şeye. Kendimi, büyük işlere yeltenip hepsinde başarısız olmuş ve artık mücadeleden vazgeçmiş züppe bir ergen artığı gibi görüyordum. Derken Oğuz Atay girdi hayatıma. Selim Işık’ı ruhani liderim ilan edip, kaybetmenin de soylu olabileceğini keşfettim Tutunamayanlar’ın karanlık dehlizlerinde..
217.
Otuz beş yaşındayım ve hala ağlarken anne diye ağlıyorum. Bir taraftan da burnumda oluşan sümük baloncuk olunca yavaş yavaş nefes verip balonu genişletmeye çalışıyorum. Saçlarım beyazlaşırken favorilerim kızıllaşıyor ve sakallarım sararıyor. Kıçımın kılı (kimsenin kıçının kılı değilim bu arada kendi kıçımdan bahsediyorum) hangi renge dönüşüyor düşünmek bile istemiyorum. On altı yıllık memurum ve bir kaç bin kitap, bir dolu oyuncak ve bir kaç takım elbiseden başka hiçbir şeyim yok çok şükür. En iyi arkadaşım beş yaşında bir oğlan çocuğu. Köpeklerle mesafeli bir ilişkim var ama kedilerden hiç hazetmiyorum. Ekseriyetle canım sıkkın ve mütemadiyen depresyona giriyorum. Hatta aynı gecede bir kaç kez depresyona girip çıkacak kadar yalama ettim güzelim hastalığı. Ağaçlardan en çok çam ağacını, parklardan Şirintepe Parkı’nı, takımlardan Beşiktaş’ı ve kadınlardan dünyanın en güzel kadınını seviyorum. Çam ağacı meyve vermiyor, parkı yakında tadilata sokacaklar, Beşiktaş Avrupa kupalarından men edildi ve galiba sevdiğim kadın beni sevmiyor. Gerçi seviyor da olabilir, bilmiyorum. Yağmur yağarken kendimi iyi hissediyorum, hiç açıklayamayacağım bir neden yüzünden yağmuru Tanrının bana bir kıyağı olarak görüyorum. Saat şu an dört buçuk bütün aklı başında insanlar uyumuştur kuvvetle muhtemel. Bense uyuyabilmek için onların uyanmasını bekliyorum. Gönüllü gece bekçisi gibiyim, kendi kendine durumdan vazife çıkaran. Bu yazı daha çook uzar. Ama ben bundan da sıkıldım. İyi ki Ceylan Ertem var. Bir de Georges Perec ne güzel yazar, Türkan Şoray ne güzel kadın ve Selim Işık ne güzel arkadaş değil mi? Evet evet öyleler..
218.
Aceleden üzerinde pek durulmamış bir ihtimal gibi
Daha mühim şeylerin arasında kaybolup gitti çığlıklarım..
-Oysa çocukken bi anne dememle koşup yetişirdi annem-
219.
Birini çok çok üzdüğünüzü aylar sonra anlarsanız ne yaparsınız? Onun canını çok acıttığınızı, onulmaz yaralar açtığınızı ve daha da kötüsü o yaraları açtığınız zaman bunu hiç fark edemediğinizi çok sonra anlarsanız ne yaparsınız? Ve o biri sizin için çok kıymetliyse, en azından bir zamanlar öyleyse? Ve ne yaparsanız yapın telafi edemeyeceğinizi, içiniz de yansa, deli gibi üzülseniz de elinizden hiçbir şey gelmeyeceğini anladığınızda ne yaparsınız? Ne yapabilirsiniz? Hiçbir şey. Tek bir şey dışında hiçbir şey.. Artık mutlu olması için dua edersiniz. Unutmuş olmasını, ona yaptığınız kötülüğü artık aklına getirmiyor olmasını umarak, mahçup bir röntgenci gibi uzaktan uzağa ondan haber almaya çalışıp, mutluluğuyla içinizi bir nebze olsun rahatlatmaktan başka hiçbir şey..
22.
Büyüdükçe bir şeyi şaşkınlıkla farkettim. Diğerleri hakkında çocuk aklımla vardığım yargı doğruymuş. Büyüklerin dünyası gerçekten çok sıkıcı ve üzüntüden başka hiçbir vaatleri de yok. Ve bu durumla baş edebilmemi sağlayan, tam olarak onlardan biri olamasam bile içlerinde, kıyıda köşede bir yerlerde çıldırmadan yaşayabilmemi sağlayan yegane dostlarım hala kitaplarım. İyi kötü ayrımı yapmadan sahip olduğum ve okuduğum bütün kitaplarla yaşamım boyunca hep gurur duydum. Ama bazı kitaplar, daha doğrusu benim o kitaplarda bulduklarım diğerlerinin hep bir kaç adım ötesindeydi. Ve zamanla okuduğum kitaplarla içinde bulunduğum ruh hali arasında simetrik bir uyum ortaya çıktı. Bugün de oynamayı sürdürdüğüm keyifli bir oyun keşfetmiş oldum böylece.. Hala canım çok sıkkınsa Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı okurum. Holden ile birlikte masumiyetin kayboluşunu ve bunun insanı delirten trajedisini yaşarım. Çok öfkeli olduğum zamanlar George Perec okurum. Dehası ve okuyan herkesin sinirini bozacak ukalalığı onunla birlikte bütün dünyaya meydan okuyormuşum gibi bir hisse sürükler beni. Kendimi çok yalnız hissettiğimde Tutunamayanları okurum. Selim’ in herkesin gözünün içine yalvararak bakıp “canım insanlar” demesi ama hiç kimsenin durup onu anlamaya çalışacak kadar vaktinin olmaması ruhumda bir yerlerin çivisini söker. Aşık olduğum zamanlar Marcel Proust okurum. Dev eseri Kayıp Zamanın İzinde etrafımızda gördüğümüz her şeyin, her ayrıntının edebiyatta ve yaşantımızda bir değeri olduğunu ve bütün güzelliklerin de ayrıntıların arkasına saklandığını anlatır bana. Hiçbir şey hissetmediğim zamanlarda da Ahmet Hamdi okurum. Huzur ya da Saatleri Ayarlama Enstütüsü benim için zamanın durduğu ve onlar elimde olduğu sürece hiç akmayacağı kutsal birer objeye dönüşür..
220.
Kötü alışkanlıklarım olup olmadığını sordu sonra. Beher seviyede içki ve sigara kullandığımı, mütemadiyen iddaa ve at yarışı oynadığımı, ayrıca da Kafka okuyup Ferdi Tayfur dinlediğimi söyledim. İçki ve sigara makul seviyeye çekilebilir, şans oyunlarından da el ayak çekmek mümkün ancak Kafka ve Ferdi Tayfur pazarlık konusu bile yapılamaz diye de ekledim. Açık birer oralet daha söyledik. Sonra kalktı, pazara gidip bakla alması lazımmış. Yüzüne güle güle dedim, içimden de siktir git. Kendi kendime ‘…, bir sabah uyandığında kendini dev bir ayıya dönüşmüş olarak bulur’ diye mırıldandım. Peşinden de Ferdi Baba’dan Postacılar’ı ıslığımla piç ederek ağır ağır masadan kalktım. Cebimde yarım paket sigara vardı, akşam Beşiktaş’ın maçı vardı, annemin yüksek tansiyonu vardı, çevremde koşuşturan herkesin çok işi vardı, galiba bir tek benim hiçbir şeyim yoktu. Aptal bir gülümseme yerleşti birden dudaklarımın kenarına. Olsun dedim, olsun, siktir et..
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!