Aniden olup biten şeylerle başa çıkmak sanıldığından daha kolay aslında. Hiç istemediğin, hazır olmadığın hatta asla kabul edemeyeceğini düşündüğün herhangi bir durumla birdenbire karşılaşınca dengen bozuluyor haliyle. Ama bir süre sonra direnç göstermeye başlıyorsun. Eğer ne olursa olsun kabul edemeyeceğin bir şeyse başına gelen ve direnecek gücün yoksa bile kabullenmemek, delirmek hatta kendini öldürmek gibi seçeneklerin her zaman var. Ve reddetmek, delirmek ya da ölüm kaybederken kazanmak anlamına bile gelebilir belki. Hiçbir durumda mağlup olmazsın. Ya üstesinden gelirsin başına gelen şeyin ya da çekip gider, reddeder, farklı bir bilinç durumuna bürünürsün(farklı bilinç durumu demek delilik demekten daha sevimli mi ne?) Ama o şey birdenbire ortaya çıkmadıysa, aniden üstüne atılmadıysa, yavaş yavaş sızdıysa hayatına hatta neredeyse tatlılıkla sokulduysa.. 'sabırlı bir yılan gibi büyük bir dikkatle yaşamına, hareketlerine, saatlerine, odana işlediyse, uzun süre gizli tutulmuş bir hakikat, reddedilmiş bir gerçeklik gibi; dirençli ve sabırlı, incecik, ruhunun kuytularını, yalnızlığından aldığın keyfi, tavandaki çatlakları, kitaplığındaki son boşlukları, çatlak aynadaki yüzünün kırışıklarını ele geçirip lavabodaki musluktan damlayan suyun içine girdiyse'.. Farkettiğin an reddetmek ya da delirmek ya da ölmek için çok geçtir artık. Reddedemezsin; çünkü varoluşun dahil her şeyini onunla tanımlamışsındır farkında olmadan.. Deliremezsin; deliren bir deli aslında akıllanmış olur ve böyle biri iyiliği hakedecek kadar iyi şeyler yapmadığın kesin.. Ve ölemezsin, çünkü içine sızdığı her şeye bıraktığı korkaklık afyonu bütün hücrelerine işlemiştir. Çaresizce kabullenmekten başka seçeneğin kalmaz. Mağlup olmuşsundur. Başka türlü bir oyun başlar artık ve kendi hayatını tatsız bir film gibi izlersin..
Oysa bütün istediğin kıpırtısız bir hayattı. Sakin, dingin, hareketsiz. Mutlu olmaktan çoktan vazgeçmiştin, istediğin tek şey huzurdu. Huzurun yolu da mutlak eylemsizlikten geçiyordu. Ama ne zaman, ne eşya, ne de o izin verdi buna. Her şeyin tabi olduğu değişim yasalarından hayatını kurtaramadın. Alışkanlıklarını korumak pahasına direndiğini zannettiğin değişim yavaş yavaş sana ve eşyaya gününü ve gücünü gösterdi. Ne büyük ideallerin vardı ne kahramanlık hayallerin. Basit bir hayat, basit insanlar, zamanın ağır aktığı Safranbolu gibi bir yer ve ölürken bile kimsenin düzenini bozmayacak kadar farkedilmeyecek bir yaşam..Kurduğun hayallerin bile tek bir ortak noktası vardı. Basit, sıradan, sakin bir hayat.. Buna benzer bir şey kurduğunu zannetmiştin bir süre ama her sıradan insanın başına gelen senin de başına geldi. Kendi ellerinle kurduğun düzen başka eller tarafından yıkıldı. Birdenbire olsaydı bu, bir yolunu bulur başederdin, baktın olmadı kaçar giderdin. Ama yavaş yavaş oldu her şey. Usulca sokulurken hayatına, öyle güzel becerdi ki kendisini yadırgatmamayı, masanın üzerindeki biblonun yerini değiştirmek için bile aylarca doğru anı bekleyen sen hiçbir tuhaflık sezmeden yavaş yavaş aldın onu hayatına. Her gün bir adım attı. Sezmişti belki sendeki ürkekliği, hiç gürültü yapmadı. Öyle bir an geldiki sonra, sanki o, zamanın başlangıcından beri seninleydi. Ruhun bedene girmeden önce onunla beraberdi sanki, öyle hissetmeye başlamıştın. Alışkanlıklarının bozulmasına izin vermeyecekmiş gibi davranıyordu, kanda yavaş yavaş yayılan morfin gibi dağıldı tüm hücrelerine.. Ve her şeyin farkına vardığında artık çok geçti.. Birdenbire olsaydı keşke.. Keşke aniden karşına çıksaydı. Reddedebilir, kaçabilir, yokmuş gibi davranabilirdin o zaman belki. Olmadı. Yavaş yavaş girdi hayatına, ve sen durumu farkettiğinde hayatın artık sana ait değildi..
Anlatacaklarının kayda değer bir tarafı yok. Bunu en iyi bilen sensin. Hayatının da kayda geçmemesini istiyorsun aslında, başından beri talep ettiğin sıradanlık böyle bir şey demek zaten. Ama artık sana ait olmayan hayat ontolojik kaygılarla beraber hiç alışık olmadığın bir hesaplaşmanın merkezine soktu seni. Bütün olup bitenden sonra değişmeyen tek şey ölümden bile korkmayacak kadar yalnız olduğun gerçeği. Ama modülleriyle oynanmış bir yalnızlık bu. Saflığını yitirmiş, kullanılmış.. Uzun süre vakit geçirildikten sonra yenisi alınınca sahibi tarafından bir köşeye atılıp unutulmaya terk edilmiş, yıpranmış bir oyuncak gibisin. Artık çıkartıldığın jelatinin içine de geri giremezsin. Kullanılmış yalnızlık, yıpratılmış ruh, unutulmuş beden.. Oysa en büyük lüksün yalnızlığındı senin, 'tercih edilmiş yalnızlık' olası her tür yıpranmaya karşı geliştirdiğin bir zırh, ustalıkla kullandığın bir savunma mekanizmasıydı. Ama bu ustalık bile kurtaramadı seni. Bütün alışkanlıkların değişti, değerlerin ters yüz oldu. Üstelik olup biten hiçbir şey için kendinden başka kimseyi suçlayamadın. Hesaplaşmalarını ve iç çekişlerini Promotheus gibi sırtında taşımaya mahkum edildin. Bütün kabahat senindi, sana öyle öğretildi. Yapılmaması gerekenleri yapan, söylenmemesi gerekenleri söyleyen, olunmaması gereken yerlerde olan, duyulmaması gereken şeyleri duyan, alınmaması gereken şeyleri alan ve alınılmaması gereken şeylere alınan hep sendin. İkinci İsa oldun neredeyse. O Adem'in yasak elmayı yemesiyle başlayan ve kendisinden önce işlenen bütün günahların bedelini çarmıhta ödemişti. Sen de farkında olmadan metafizik bir çarmıha çakılı buluverdin kendini. Ve kalan hikayen o soyut çarmıhta kendinle hesaplaşmaktan başka bir şey değildi.. Söylediğim gibi, bütün bunlar yavaş yavaş oldu. Farketmedin. Farkettiğinde de çok geç kalmıştın, ne yeni bir savunma mekanizması üretecek becerin, ne de olup bitene karşı koyacak gücün kalmıştı..
Hepimizin hayatı senaryosu kötü yazılmış bir tür filmdir aslında. Üçüncü sınıf video kuşağı filmleri gibi gerçek hayatta asla olmaz dediğimiz şeyler bir anda başımıza geliverir. Çocukken işler o kadar da kötü gitmez. En azından bir süre.. Belki de henüz kimse tarafından ciddiye alınmadığımızdan ve hayatımız içine sıçılacak kıvama gelmediği için keyifli bir oyun oynarız. Ama başlangıcı olan her şeyin bir sonu vardır. Eğer altı yaşındaysanız ve bir grup delirmiş yetişkin kendi aralarında konuşup, sizin biraz zeki olduğunuza ve okula başlamanız gerektiğine karar vermişse, artık hayat masumiyetini yitirmeye başlamış demektir. Sınıftan içeri adımınızı atar atmaz karşılaştığınız kahverenginin en aşağılık tonuyla boyanmış ve milyonlarca gerizekalı çocuğun sümüğü, yemek artığı, anlamsız karalamaları,tozu, toprağı, boku, püsürü ile ırzına geçilmiş okul sıraları yaşamınızın bundan sonrasının ne kadar boktan geçeceğinin sinyallerini verir gibidir. Üstüne bir de sizi tokatlamak için herhangi bir yanlış yapmanızı bekleyen, bekleyecek kadar sabrı olmadığında da hayal gücünün yardımıyla aklına getirdiği herhangi bir yanlışı sizinle ilişkilendiren öğretmen adlı denizanasıvari yaratık, yanağınızla birlikte ruhunuzu da tokatlamaya başladığında toplumsal bir histeri ve cinnet etkinliğinin tam ortasında kaldığınızı anlarsınız. İlk günden itibaren içinizde büyütmeye başladığınız öfke zamanla boyunuzdan ve yaşınızdan daha büyük olur ve hıncınızı etraftaki diş geçirebileceğiniz hububat beyinli insan yavrularından çıkarmaya çalışırsınız. Ve böylece insan ırkıyla aranıza aşılmaz büyüklükte duvarlar örme süreciniz de başlamış olur.. Belki de insan, sadece doğduğunda insandır, kim bilir? Büyümeyle birlikte bozulma da başlıyordur belki. Mesela adamakıllı konuşabildikten az bir zaman sonra küfür etmenin ne kadar çirkin olduğunu öğretmeye çalışırlar size. Ve siz içinizden, ağız dolusu küfür edemedikten sonra konuşmanın ne kıymeti var ki diye geçirisiniz. Üç yaşında, yemek içmek kadar doğal bir şey olan sindirim sisteminin boşaltım faaliyetiyle ilgili yasaklamalar dayatılmaya başlar ayrıca da istediğiniz zaman istediğiniz yerde pantolonunuzu indiremeyeceğinizi öğrenirsiniz. Dört yaşında iki yaşınıza kadar tebessümle karşılanan neredeyse bütün davranışlarınız birer azar yeme vesilesi haline gelir. Beş yaşında tamamen büyümeye başlar ve altı yaşında da insan olarak ömrünüzü tamamlayıp başka bir türe evrilirsiniz. Okul denilen ruh törpüsü mekanizma da bu mutasyonun gönüllü hızlandırıcısından başka bir şey değildir. Mesleğinden, kendisinden, çocuklardan, akıp giden zamandan, kırlaşmış saçlarından, herkesten ve her şeyden nefret eden bir grup öğretmen, çocukların gönüllülük esasına bağlı metamorfoza uğratıldığı yarı açık akıl hastanelerinin ekonomik zorunluluklar yüzünden ayak işlerini yapmaya mahkum edilmiş metazori hasta bakıcılarıdır.. Beş yaşına kadar her şey güzeldir. Altı yaşında hayat masumiyetini kaybeder ve ölür.. Ömrümüzün geri kalanı, bir tür şizofrenik kurgudan başka bir şey değildir...
“Her şey anlamını yitirmiş gibi. İçimde kocaman bir boşluk var ve ben onu hiçbir şeyle dolduramıyorum. Hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim kendimi.”
Başka bir yerde ve zamanda anlatsaydı bunları en azından sesimi çıkarmadan dinler, anlamaya çalışırdım. Ama zamanlama yanlıştı. Çünkü gazete okumuştum. Ve ne zaman gazete okusam bir tür kafayı yemişler ülkesinde yaşadığımızı iliklerime kadar hissederdim. Kötü zamanda gelmişti yanıma. Gazete okumuştum. Engel olamadığım bir öfkeyle, aynı gazetede aynı gün içinde olup biten olaylardan bir buket hazırlayıp dedim ki!
“Çaresiz misin? Hadi ordan. Çaresiz falan değilsin sen. Şımarıksın sadece. Çaresizlik nedir gerçekte biliyor musun? Kimdir biliyor musun aslında çaresiz? 800 lira maaş alıp 300 liralık gaz faturasını ödeyemediği için kendini asan babadır çaresiz. Öpe koklaya askere uğurladığı oğlunun bayrağa sarılı tabutuna sarılıp aklını kaybeden annedir çaresiz. On yaşından beri kendi evinde her gece tecavüze uğrayan ve daha fazla dayanamadığı için evden kaçmaya yeltendiğinin gecesi otogarda ‘namus’ cinayetine kurban giden kızdır çaresiz. Koca dayağından bunalıp baba evine sığındığında babası ve abileri tarafından çocuklarının gözü önünde öldüresiye dövülen kadındır çaresiz. Torunu yaşında çocuklara titrek elleriyle kağıt mendil satmaya çalışırken kalp krizi geçiren ve bir saat ambulans gelmesini bekledikten sonra ağzı köpürerek ölen seksen yaşındaki dededir çaresiz. Çaresizmiş. Bi siktir git başımdan.
Güzel ülkemin güzide insan türlerinden biri de Çok Güzel Sosyalleşebilen İnsanlardır. Ç.G.S.İ diyelim biz onlara. Aslında sosyalleşmek denen zımbırtıyı çok yanlış anlamış olmalarına rağmen kendilerini bu kelimeyle ifade ettikleri için kullanıyoruz mecburen. Bu Ç.G.S.İ denen götler hangi ortamda olurlarsa olsunlar hiç zorluk çekmeden adapte olabilme özellikleriyle öne çıkarlar. Tek ya da bir gurup insanın olduğu her yere teklifsizce sokulup laps diye Müzikten, İzmir'den, edebiyattan, kadınlardan, erkeklerden, Beşiktaş'tan, denizden, anasının.mından falan söz açıp hemen muhabbet başlatabilirler. Sokuldukları insan topluluğu da ya mevzunun şokunu yaşadıkları için ya da en az kendilerine sokulan Ç.G.S.İ mahluğu kadar sefa pezevengi oldukları için herhangi bir tepki göstermeyip kırk yıllık arkadaşmış gibi gülümseyerek dinlemeye koyulurlar. Bu ipneler bebekken bile yavşaklıkla sevimliliğin birbirine karıştığı sikik bir sempati havuzunda yüzmüş ablak suratlı balıklara benzerler. Derste öğretmenler, kantinde kızlar, askeriyede komutanlar bayılırlar bu göt oğlanlarına.
Ç.G.S.İ'lerin en enteresan özelliklerinden biri de küçükken çatlattıkları ar damarlarıyla beraber onur ve haysiyetlerini de kaybetmiş olmalarıdır. Mesela yanlışlıkla size sokulup standart yavşak Ç.G.S.İ hareketleriyle sohbet açmaya kalksalar ve siz her mantıklı insan evladı gibi 'bi siktir git başımdan göt kafalı şamyel' diye tersleyip kovsanız bile özür dileyerek uzaklaşırlar. Bu esnada da suratlarında hep hazır bulunan o sikik gülümsemeyi aynen muhafaza ve müdafaa ederler. Sanırım analarının karnındayken bile sahiptirler o gülümsemeye..
Velhasıl, sayıları hızla artan bu sefa pezevengi Ç.G.S.İ'lere karşı son derece dikkatli olmak gerekir. Yoksa allah muhafaza size de tatlı tatlı sokulup iki dakikada beyninizi bozuk erik hoşafına çevirebilir bu puştlar. Aman diyeyim abicim, benden uyarması!
Neredeyse otuz yılın ardından çocukluğumun en sevdiğim oyununu oynarken yakaladım bugün kendimi. Doktorlar Caddesi boyunca yürüyüp sonra dümeni İki Eylül Caddesi’ne kırıp oradan da Odunpazarı meydanına kadar yürüdüm ve yol boyunca tabelaları okudum. Doktor tabelaları, mağaza tabelaları, market tabelaları, telefon bayii tabelaları, bujiteri tabelaları, lokanta tabelaları.. Ne varsa artık yol boyunca teker teker okudum. Hafif dışımdan, dudaklarımı kıpırdata kıpırdata okudum. “Avukat Rasim Günersoy, Diş Hekimi Funda Anar, Avea, Migros, Compedan, İnci Bujiteri..” Bir saate yakın dolaştım öyle okuya okuya..
Üç-dört yaşlarımdayken en büyük eğlencem buydu benim. Hafta sonları, kahvaltıdan sonra, babam elimden tutup çarşıya götürürdü beni. Sonra ben ona bağıra bağıra iki yana sıralanmış dükkanların tabelalarını okurdum (öğrenmiştim bir şekilde okumayı, o da ayrı bir hikaye bir ara anlatırım) . Babam kocaman gülümsemesiyle hiç kesmeden beni dinlerdi. Arada sırada da eğilip öperdi usulca. Sebebini hiç anlamazdım ama öyle hoşuma giderdi ki, daha bir gazla, daha bir bağıra çağıra okumaya devam ederdim. “Ar Kebap, Posta Pide, Esnaf Sarayı, Anahtarcı Hilmi..”
Sonra sonra öğrendim işi aslını. Hiç okula gidememiş meğer benim babam. Hatta okuma yazmayı askere gittiğinde öğrenmiş. Anlatması saatler sürecek kocaman bit trajedi işte babamın çocukluğunun hikayesi. Neyse.. Ben ele avuca gelmeye başladıktan sonra da en büyük tutkusu beni bir şeyler okurken seyretmek olmuş..
İnsanlar gelip gelip gidiyorlar çok acaip
Hükümler verip kararlar alıp duruyorlar ne fena
Sular asfaltı deliyor söylenmeyen sözler bağrı
Durmuyorlar hareket halindeler hep
Çok acaip..
Çevremdeki herşeyin sıradanlaşmaya başladığını fark ettiğimde büyüdüğümü anladım. Çocukken her şey farklı gelirdi bana. Ota, boka, çiçeğe, uçağa, babamın çakmağına, kerpiç evimizin toprak damına... Her şeye şaşırır, hayretle bakar, bitmeyen sorularla etrafımda kim varsa bunaltırdım. Allah babamdan da mı büyük diye sormuştum bir keresinde dayıma, sanıyorum dört ya da beş yaşındaydım. Düşünün artık manyaklığımın boyutunu. O gün öyle asıldı ki Halil dayım kulaklarıma, acıyla birlikte bir şeyi çok iyi öğrendim. Her soru, her yerde, herkese sorulmaz. Daha az soru sormaya başladım o andan sonra, ama merakım ve şaşkınlığım hiç azalmadı. Okul girince hayatıma, sorularımın muhatabını buldum diye sevindim çocuk aklıma. Her şeyi bildiğini zannettiğim bir öğretmenim vardı artık. Ama ikinci haftada o da elimde patladı. Onun istediği soru soran değil, konuşmayıp tahtadaki aptal çizgileri sessizce defterine geçiren aptal bir maruldu. İstediğini verdim ben de, mecbur kalmadıkça sınıfta ağzımı bile açmamaya çalıştım. Düzen kurtuldu, tehlikeli sorularımla öğretmenimin ve sınıf arkadaşlarımın zamanını çalmam engellendi. Yaşasın eğitim..
Sonra başka okullarda, başka şehirlerde hep aynı şeyi yaşadım. Boyum biraz uzadı, biraz kilo aldım ve hep şu lafı duydum. Çok konuşma. Çok soru sorma! Ve ilahi tecelliye bakın ki, hayat başka bir bok olamayacağıma karar verip beni de öğretmen yaptı sonunda. Sırf bunun için bile oturup ağlasam yeridir. Bütün eğitim hayatın boyunca okuldan nefret et, sonra kalk öğretmen ol. Neyse, o sonraki mevzu. Üniversite mezunu bir öğretmen olarak kısa dönem yaptığım askerlikte bile sorularım yüzünden dayak yemeyi becerebildim. Üç bin kişinin ortasında, Tümgeneral N. Çakır, neden sabah beşte kalkıyoruz diye kendi kendime mırıldandığımı duyup, tekme tokat girişti bana. Koskoca general lan! Ben olsam allahın onbaşısıyla muhatap bile olmam. Ama o oldu. Ağzımı burnumu dağıttı resmen..
Şimdi insanlar bana soruyor ara sıra. Neden bu kadar pisliğe, haksızlığıa, yolsuzluğa şaşırmıyorsun, sorgulamıyorsun diye. Şaşırmam kardeşim, soru da sormam, sorgulamam da. Dayımdan, babamdan, öğretmenlerimden, komutanımdan, polisten ittifakla aynı şeyi duydum ben. Çok konuşma, çok soru sorma! Peki dayıcığım, peki öğretmenim, peki komutanım. Susarım ben de. Kitaplarımı okur, oyuncaklarımla oynar, olup biten her şeye içimden şaşırır ve dışımdan da derim ki. Bana ne ulan ne bok yiyorsa yesin herkes!
- Üzerlerine saçma sapan yazılar yazdıktan sonra buruşturup attığım peçetelerin dünya psikiyatri birliğince ele geçirilmesi sonucunda keşfedilen psikolojik bozukluğa adımın verilmesinden..
- Ansızın çöp tenekelerinden fırlayan kedilerden, göstere göstere çöp tenekelerinden fırlayan kedilerden, hatta çöp tenekesinin içinde salak salak duran ve fırlamaya hiç niyeti olmayan kedilerden..
- Nepal'li uzmanlar tarafından zorla tabi tutulduğum zeka testleri sonucunda kamuoyuna, aslında normal zekalı sıradan bir vatandaş olduğumun açıklanmasından..
* Leyla Erbil - Mektup Aşkları: Birbirleriyle aynı kişide kesişen hayatların sadece mektuplarla açığa çıkan büyük trajedisi. Yazılmasının üzerinden epey zaman geçen ve nedense ıskalanan bu kitap post-modern edebiyatımızın en güçlü yazarlarından Leyla Erbil'in olgunluk dönemi eseri olarak nitelenebilir. Tek ilkesi ikiyüzlülük olan bir toplumda ahlaklı olabilmek mümkün müdür? sorusuna yanıt arayan Erbil, mektuplarla birlikte akan hikayede derin sorgulamalar yapmamıza da vesile olmakta. Mutlu bir beraberliği olanlar bu kitaptan uzak dursun, çünkü aşk denen şeyi de ciddi ciddi sorgulatmakta insana..
*Albert Cossery - Tanrının Unuttuğu İnsanlar: 1900'ların başında doğan Cossery Mısır edebiyatının en özgün ve marjinal yazarlarının başında gelmektedir.Ülkemizde pek tanınmamakla birlikte (nedense hiç şaşırmadım) özellikle A.Camus gibi varoluşçuları derinden etkilrmiştir. Bu küçük hikaye kitabında ülkesinin üzerine çöken pesimizm ve sefaletle hesaplaşan Cossery gelenekle modern arasında sıkışan "her çağın insanı" nın da profilini çizmektedir. Yeni ve rahatsız edici yazarlarla tanışmak isteyenlere..
*Y.Hakan Erdem - Kitabı-ı Duvduvani: Tarihi fantastik mizahi aşk bilim kurgusu.. Bütün türleri harmanlayan Erdem bir taraftan Ecovari bir tavırla genel kültür şovu yaparken bir taratan da dille ve bizle dalgasını geçiyor. Özellikle gotik eğlenceden hoşlananlara..
Küçükken en büyük eğlencem, üç dört balıklı akvaryumumuzu seyretmekti. Hayvanlara bayıldığımdan değil tabi, oldum olası her türden canlıyla mesafe koymaya çalıştım araya. Sekiz yaşında üç çocuk abisiydim. Neredeyse her an uğultuyla çınlıyordu ev. Kardeşlerimin gürültüsünden nefret ediyordum. Havladıkları için sokak köpeklerinden, miyavlayıp durdukları için kedilerden, sürekli bağırdığı için babamdan, mütamadiyen ağladığı için annemden ve kaçıp gidemeyecek kadar küçük olduğum için kendimden nefret ediyordum. Balıkları seviyordum sadece. Çünkü hiç gürültü yapmıyorlardı. Bulduğum her kısa boşlukta nefesimi tutup, göt kadar akvaryumda salak salak yüzüşlerini seyredip mutlu oluyordum. Gitmek isteyip de gidememenin acısını ta o zamanlardan çok iyi bilirim..
Geçenlerde, özlemenin susamak gibi bir şey olduğunu söyledi. Hemen o an koşup yanına gitmek istedim. Gidemedim. O an, sekiz yaşındayken hissettiğim gitmek isteyip de gidememenin çaresizliğini tekrar hissettim bütün kalbimle. Sığınacağım bir akvaryum da yoktu bu kez. Ben de sigara yaktım çaresiz..
Kardeşlerimin hepsi büyüdü artık. Babam bağırmayı, annem ağlamayı kesti yıllar evvel. Hem tersi de olsa, bütün gürültülerden kaçıp uzaklaşabileceğim kendime ait bir oda var artık evimizde. Ama sekiz yaşımda o akvaryumun karşısında bulduğum huzuru koşullar ne olursa olsun bulamıyorum artık..




-
Ömer Tuğrap Konak
Tüm Yorumlarfcgyjntyhthy