- Allah belanı versin. Bıktım artık senden.
- Senin Allah belanı versin. Asıl ben bıktım lan hepinizden, ben bıktım.. Akşama kadar fabrikada itin uğursuzun kahrını çekiyorum eve gelince de senin dırdırınla uğraşıyorum. Ben bıktım lan asıl.
- İşten çıkıp eve gelsen insan gibi olmaz değil mi? İlla uğrayacaksın o bok yiyenin kahvesine.
- Lan uğradıysam uğradım ne olacak, iki el kağıt oynadım kalktım.
- Ben pazar parasını denkleştiremiyorum, sen oynaşlarına çay kahve ısmarlama derdindesin. Ben daha fazla dayanamam bak bu böyle gitmez!
- Gitmezse gitmez lan inceldiği yerden kopsun. Senin şu lanet sesini duymamak için eve geç geliyorum tamam mı. Bir güler yüz bir hal hatır sorma yok ki. Varsa yoksa bağırıp zırlamak. Yeter ulan artık.
Herkesin birbirine bağırdığı bir evde büyüdüm ben. Tabi kavgadan dövüşten dolayı bağırılmıyordu her zaman. (Sıkça kavga oluyordu gerçi, ama o ayrı.) Hayli kalabalık olduğumuz için derdimizi anlatabilmek, sesimizin ne kadar yüksek çıktığına bağlı olurdu genelde. Her türden sesin yükseğine duyduğum nefret ta o zamanlar başladı anlayacağınız. O günlerde en büyük hayalim, tıpkı Wirginia Wolff gibi "Kendime Ait Bir Oda" idi. Ama maalesef evde yedi kişiydik ve toplam iki odamız vardı...
Öğrenciliğimin üçüncü senesi pavyonda çalışmaya başladım. Yaşım onsekizin altındaydı üstelik. Çamlık Gazinosunun (civarında tek bir ağaç bile olmayan mekana çamlık adını vermek hangi manyağın fantazisiydi acaba?) vestiyerinde müşterilerin kabanlarını alıp, duvardaki numaralı askılara asıp, ellerine plastik numaralar veriyordum. Onlar da keyifleri yerindeyse bana bahşiş veriyorlardı. Fena da kazanmıyordum düşününce. Şimdiki maaşıma yakın bir para geçiyordu elime neredeyse. Neyse... Konu o değil. Konu şu. Amına koduğumun pavyonununun her santimetrekaresi korkunç gürültülüydü. Herkes herkesle bağırarak konuşuyordu. Yaşım hayli küçük olduğu için oradaki ablaların hemen hepsi çocuğu yerine koyar öyle severdi beni. Sosyoloji okuduğum için de lakap takmışlardı bir de. Sosyolog... İşlerin çok yoğun olmadığı zamanlar içerde bunalan bazı ablalar yanıma gelir, benimle konuşurlardı. Tabi bağırarak. Ben o pavyonda, adını hatırlayamadığım bir ablanın kulağıma bağıra bağıra; yedi yaşından onbeş yaşına kadar babasının ve iki abisinin her gece kendisine tecavüz ettiğini, kimselere bu durumu anlatamadığını, üstelik annesinin de bu durumu bildiğini ama korkusundan hiç sesini çıkaramadığını, Onbeş yaşında nüfus kağıdı ve tek bilet parasıyla evden kaçtığını, otogarda tanıştığı bir herifle Adana'ya gittiğini, ilk bir kaç ay çok iyi davranan ve nikah sözü veren adamın üçüncü aydan itibaren kendisini her gece babası yaşında adamlara sattığını, sonra da sıkılıp tapusuyla beraber pavyona şutladığını, Otuz yıldır her gece kendini öldürmeyi düşündüğünü ama Allah'a inandığı ve ondan çok korktuğu için bunu yapamadığını dinledim. Başka bir akşam Selen abla memesini gösterdi bana o siktiğimin pavyonunda. Ucunun mor kısmının tamamını eski kocasının kestiğini anlattı bana. Bağıra bağıra... Öyle şeyler duydum ki ben o pavyonda, hani benim pek normal olmadığımı söylüyorsunuz ya bazen, o yolunu siktiğimin pavyonunda bir ay çalışsaydınız da görseydiniz ebenizin damını demek istiyorum size... Neyse... Yağlı bir müşterinin kabanının cebini karıştırdığım bahanesiyle kovdu beni patron olacak pezevenk de, aklımın bir kısmını olsun korumayı başarabildim...
Öğretmenliğimin ikinci senesi kendi öğretmenlerini askere gönderen bir okulun felsefe derslerine girdim geçici görevlendirmeyle. Sıradan bir kenar mahalle lisesiydi. Bir çocuk dikkatimi çekti daha ikinci derste. Arkadaşlarıyla da benimle de sürekli bağırarak konuşuyordu. Hayır temiz yüzlü de bir çocuk. Herhangi bir saygısızlığı falan da yok. Bağırarak konuşuyor sadece. Dayanamadım dersin sonunda, bahçeye çağırdım. Dedim "abicim senin derdin ne? Ne diye bağırıp duruyorsun sürekli? " Kem küm etti başta.Ben ısrar edince de anlatmaya başladı. Sol kulağı hiç duymuyormuş. Sağda da yüzde elli işitme kaybı varmış. Bu daha bebekken, bir gece eve sarhoş gelen babası ağlamasından rahatsız olup, beşikten kaptığı gibi önce tokatlamış, peşinden de duvara fırlatmış. Bir taraftan da bağırıyormuş, "bağırma amına koduğumun çocuğu" diye. (Bu kısımları daha sonra annesi anlatmış.) Susturdum çocuğu. Biraz daha anlatsa okul bahçesinin göbeğinde salya sümük ağlayacaktım... "Amına koyim öyle babanın! " dedim, "Ben de hocam" dedi, biraz mahçup. Sonra gülümsemeye çalışarak binaya girdim...
Ben nerenin yanlışıyım hangi sokağın çıkmazı
Ağaramayan gün gibi gecenin körüne tutsak
İçlerden uzak bir sızı evlerden ırak bir kasvet
Mataramda bir içim su, ben nerenin arsızıyım?
Tanrım iki yanımda üç boyutlu duvarlar var
Rica etsem yıksan onları bak hareket edemiyorum
Ağaran saçlarımın ardında bin saçmalık bin hikaye
yarısını kustuğum White Russian
Ve olaylar ve olaylar..
"Baba, ben yürüyemiyorum gelip beni alsana"
Babam burdan çok uzakta, bir şey yapsın belediye.
Zippomun benzini harap hepten tükettim ne varsa
Çoktan unuttum sandığım bir rüyanın gölgesi
Son gençliğime vurmuş bir süre önce farkettim
Önceleri şey sanırdım her şey kendiyle müsemma
Ağarmaz derdim saçlarım kesilmez hiç soluğum
Hepsi olurmuş meğer gölgelerini gördüm hepsinin
Sahi diz kapağıma bir kedi çizdim dün gece
- İkisine birden alamayız. Yasin’e öbür bayramda almadık mı daha yeni sayılır onunkiler. Ali’ye alalım ona da okullar açılırken alırız
- Fahri, ucuzundan da olsa alacaksak ikisine de alalım, yoksa ağlar durur akşama kadar.
- Ağlarsa ağlasın zar zor yetiştiriyoruz zaten. Ayakkabısı varken bir tane daha almanın ne alemi var. Ona da sonra alırız işte.
- Peki.
Babamla annem konuşuyorlar. Uyudu sandılar bizi ama uyumadık. Daha doğrusu ben uyumadım Yasin çoktan sızdı. Duysa konuşulanları ortalığı kırar geçirir. Uyusun uyusun. Aslan babam, ayakkabı alacak bana. Yarından sonra bayram..
Bazı kitaplar etkisi hiç azalmayan huzursuzluk ve karamsarlığa neden olurlar. Vadettikleri temel duygu mutsuzluktur bazı kitapların. Bazı kitaplar ruhumuzu karartır ve çürümeyi hızlandırır. Yine de kayıtsız kalmamız mümkün değildir onlara. Gülümseyerek Kafka okuyamazsanız mesela. Herhangi bir T.Bernhard kitabının neden olacağı en temel his öfke ve pişmanlıktır. Palahniuk insan ırkının rezilliğini(Dövüş Kulübü, Tıkanma) , Oğuz Atay 'öteki'nin acımasızlığını (Tehlikeli Oyunlar) , Perec günlük hayatın basit ayrıntıları karşısında en donanımlımızın bile aslında ne kadar zavallı kaldığını (Yaşam Kullanma Kılavuzu) , Grossman -iki kişi ya da yirmi milyon kişi, hiçbir fark yoktur onun için- birden fazla insan herhangi bir şey için mücadeleye giriştiğinde aslında hiç kimsenin kazanmış olamayacağını (Yaşam Ve Yazgı) , Dostoyevski insanın kaybetmeye mahkum bir galip yahut kazanmaya mahkum bir mağlup olmasına neden olan 'kendisiyle kavga eden varlık' olma paradoksundan asla kurtulamayacağını (Suç Ve Ceza) , Musil her durumda yalnız olduğumuzu (Niteliksiz Adam) , Yusuf Atılgan er geç hepimizin delireceğini(Anayurt Oteli) hatta zaten deli doğduğumuzu (Aylak Adam) haykırarak anlatmaktadır bize.. Bazı kitaplar tehlikelidir, eğer bunlardan birine bulaşmamışsanız bugüne kadar ve bir şekilde elinize geçmişse kapağını açmadan önce bir kere daha düşünmeniz gerekir..
Hepsine gününü gösterecektim.! Geri zekalılar. Normalde beni oyuna alıp almamalarını sikime bile takmazdım. Bir grup ergenin egolarını tatmin etme çabalarından ibaret saçma sapan bir topu deliğe sokma etkinliğinden ibaretti yapılan iş. Ama bugün olmazdı. Bugün muhakkak benim de oynamam lazımdı. Ve beni oyuna almadılar. Ağlamıyordum. Ama o kadar sinirliydim ki gözümden akan saçma sapan yaşlara da engel olamıyordum. Eve geldim. Hışımla kapıyı açtım.
- Anneee
-.......
- Anneeeeeee
-...........
- Annneeeeeeeeeee
İçime sığdıramadığım bir merakla,
içine sığamadığım odamın camına her tırmanmaya kalktığımda,
dünyayla arama girdi,
annemin iğrenç, basma perdeleri.
O günden beridir,
tüllerden ve perdelerden ve cam önü çiçeklerinden,
Hayallerimin içine itirazlar karışıyordu.
Anlat oğlum, içine dert olması derdi hep annem
(Oldu anne, dert oldu içime...)
Kafamın içinde itirazlar yükseliyor. Düşüncelerimi peşpeşe sıralayamıyorum. Gerçek, zaman, eşya ve annem engel oluyor bana. Oysa istediğim tek şey, hiçbir şey. Kelimenin tam anlamıyla hiçlik.. "Üşüdün mü oğlum? " -Bilmiyorum anne- Kafamı toplayamıyorum. Ama düşünmeden de olmaz. Düşünüyorum işte, düşündüğüm her şeye de itiraz ediyorum sonra. Yaşadığım güzel şeyleri düşünmeye çalışıyorum, yalanmış hepsi diye bir ses yükseliyor. İki sesin de kaynağı aynı. Birbirlerini ikna edemiyorlar. Kesik kesik fotoğraflar var sadece, anlamlı bir bütün yaratamıyorum. Süreksiz yaşadığım için böyle oluyor galiba. Sürekliliği olan hiçbir şeye izin vermedim ki hayatımda. Doğdubüyüdüöldü sürekliliği demek olan hayat bile öyle demek değil gibi geliyor bana. Doğduktan çok uzun süre sonra yaşamaya başladım sanki ve yaşamaktan vazgeçtikten çok uzun bir zaman sonra öleceğim. Düşünmeden olmuyor ama düşüncelerime itiraz etmekten de alıkoyamıyorum kendimi. Sonra aklım, ruhumu çürütüyor işte... Kıpırdamak istemiyorum. Hatta yok olmak istiyorum. Hayır hayır yaşamak istiyorum, ama bu işi var olmadan yapabilsem. Hayalet gibi yaşayabilsem insanların arasında, kimselere görünmeden. "Çay koyayım mı oğlum? " -Koyma anne- Düşüncelerim bölünüyor, bedenim dağılıyor, olduğum yerde yavaş yavaş çürüyorum.. "Biraz uzansan oğlum." -İyiyim böyle anne- İyi değilim ben anne, hiç iyi değilim ben. Anlatmadan anlayabilsen keşke. Kafam çok karışık anne, nasıl susturacağım bu sesleri? Anne, hayaletleri kimse aldatamaz değil mi? Hem delirmezler de onlar.. Soyut bir şey olmak istiyorum anne ben. Şeffaf bir varlık. Bana bakınca duvarı görebilsin herkes mesela. Varken yokmuşum gibi.. Öldüğümü zannedebilirler. Olsun. Ben başka türlü varolmak istiyorum. O başka türlü varoluş durumuna geçtiğim an bunu anlayamayacaklardır. Önemli değil. Merak ediyorum neler konuşacaklar. Öldü diyecekler. Hep birlikte üzülecekler. Aralarındayken benim için üzülmeyen herkes çok üzülecek. Beraberce tören düzenleyecekler. Hayatıma değen bütün insanları bir araya getirebilecek bir tören düzenleyebilseniz keşke. İmamın önderliğinde yaşlı gözlerle önlerine bakan kocaman bir 'iyi bilirdik' kitlesi. Yaşarken beni kötü bilip giden herkes, hep bir ağızdan iyi bilirdik diye bağırır değil mi orada? Ölünün arkasından konuşulmazdı hani? Yok yok o lafın aslı ölünün arkasından kötü konuşulmaz olmalı. Yaşarken yapmadık kötülük bırakmadıkları için mi öldükten sonra güzel sözler söyleme telaşına düşüyorlar? Kimse iyi bilirdik diye bağırmasın anne arkamdan. Beni nasıl hatırlıyorlarsa öyle düşünmeye devam etsinler. Kötü bilirdik desinler, işe yaramazın tekiydi. Hepimiz anladık o yüzden de birer ikişer dağıldık etrafından.. Sonra üzerime toprak atma yarışını başlatsınlar. Gömdükten sonra da birbirlerine yakın olanlar ikişerli üçerli kümeler oluşturup fısıltıyla konuşmaya başlasın. "Çok üzüldük" desinler, "çok iyi adamdı." İtiraz ediyorum, iyi değildim ben, hiç iyi değildim hepiniz biliyordunuz. Ve adam da olamadım aslında. Duymasınlar... "İyiydi" desinler, "ama tuhaflıkları vardı. Başka türlü bir adamdı." Canım insanlar... Hala adam diyorlar. Hepsi yanılmış olamaz galiba. Ölünce adam mı olunuyor yoksa? Üstümü örten toprak onların bana ve benim onlara yaptığım bütün fenalıkların da üstünü örtüyor mu? "Aç mısın oğlum? " -Değilim anne! - Anne görmüyor musun, düşünüyorum. Görmüyor annem. Düşünceler görülmezler. Toparlayamıyorum.. "Çıkıp bir hava alsan oğlum? " -Sus anne, sus sus sus...- Susma anne... Sakın susma... Sen susunca üşürüm ben, acıkırım susarsan. Varoluşum bir tek sana bağlı artık. Susma anne, ne olur susma.. -Sus artık anne- Anne ağlama. Anne iyi değilim ben, sen ne yapsan daha kötü oluyorum. Ama susma... Ama konuşma da... Bilmiyorum anne... İyi değilim ben. Anne ağlama artık. Sen ağladıkça ben kafamı duvarlara vurup parçalamak istiyorum. Anne, sen niye diğerleri gibi değilsin? Kessen ya benden artık ümidini. Baksana bir şey olmuyor bana. Hayalimde bile ölemiyorum... İtirazlar yükseliyor...
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!