Şimdi yalnızca kelimelerim dokunuyor sana.
Benim gibi, yalnızca...
Gözlerin bir bir üstlerinden geçiyor yavaşça.
Dudakların adım için olmasa da,
kıpırdıyor adım adım geldiğin satırlarda.
Tüm çığlıklarımı yazıya aktardım şimdi.
Sinemayı en ön koltukta izlemek gibiydi işte.
Uzaktan güzeldin…
Evet yalnızım.
Bundan gocunmuyorum.
En azından hakkını veriyorum.
Yalnızlığımı, dolu dolu yaşıyorum.
Hayır, kendimi kandırmıyorum!
Sizin göstermelik kalabalıklarınıza karşılık,
Şiir karın doyurmuyor anne
Çirkefin sokağın tavanına sıçradığı bir evrende
Karışmış bencillikten saatin,akrebiyle yelkovanı bile
Duruluğa hasret gözler; her yer yalan dolan,her yer hile
Bu temizlikte şiir karın doyurmuyor anne(!)
Tüketme kendini.
Verme her şeyini!
Vereceklerini, verebildiklerini ömrüne sığdır.
Ne kadar kıymetli olursan ol, bitersen hükmün geçmişte kalır.
Unutma; su bitince şişesi çöpe atılır.
Konuşmadığımda susuyorum sanır insanlar...
Oysa sustuğum zamanlar,
En çenesi düşük zamanlarımdır aslında...
Ne güzel gülerdi bakkal Nizamettin amca…
Kapı eşiğinde rengârenk şekerler,
Her müşteriye özel, kibar cümleler…
Akşam olup gün kararınca,
“ Ekmek “ götürürdü evine, karınca kararınca…
Süslü sözler sarmaşığı dolanmış maskeler üzerine.
Yılanların, riyaların ocağı tütüyor maskeler üstü meskenlerde.
Bir yaprağı kaldırsan bin riya dökülüyor;
Sözün süsüne inansan, yaradan bin dikiş sökülüyor.
Cemberinin tadına varınca feleğin, göz görüyor aynanın ardındaki sırrı.
Tek kişilik renkli bir çadır kurmuşsun, içine içimde kalanları sığdırmışsın. Sanırım o aradığımız bambaşka dünyayı tek başına, o güzel parmaklı ellerinle yakalamışsın. Helal et, yol ayrımında biraz döktüm sana da çirkin yüzümü. Biraz burukluk, biraz isyan, biraz çaresizlik, çokça üç nokta... Hepsi o bambaşka dünyanın içine bir türlü giremeyişimdendi aslında ama sana da sıçradı. Geri sarabilseydik zamanı, o henüz adımızı koyamadığımız zamanlara dönmek isterdim. Her mimiğine onlarca şiir fışkırırdı sessizce hani; ben “bunu sana yazdım” demeden, o şiirin sana yazıldığını anlamadığın, anlamak istemediğin zamanlara... Diğer herkesi “herkes”, bizi “biz” olarak gördüğümüz zamanlara... Biz bize isim koyamazdık, başkalarının da isim koymasını bekleyemezdik; beklemiyorduk da. İşte o zamanlara... Sus desen de bir türlü susmayan şiirlerin ikizler, üçüzler doğurmasına her gün ama her gün şahit olduğum zamanlara...
Hiç sevmezdim üç noktaları ben. Yazanı güçsüz ve yetersiz bulurdum. “Nedir ulan bu sürekli üç nokta, doldursana boşluğu! ” derdim. Güçlü ve yetersiz olma konusunda haklı, boşluk doldurma konusunda haksız olduğumu anladım.
Şimdi, hiçbir şey olmamış gibi davranıp bizi biz olduğumuz için sevdiğimiz zamanlara hızlıca geçiş yapabiliriz. Bir deniz kenarında balık tutup saçma sapan şeylere aynı şekilde gülebiliriz. Yüzlerce şarkıda yine uçurtmalar uçurabiliriz. Bunu ikimiz de biliyoruz ama yine biliyoruz ki o dünya bu dünya değil.
O güzel ellerinle yakaladığın bambaşka dünyaya kurduğun çadırın her rengini öp benim yerime de. Yanına, yakınına gelmek için hiçbir mazeret vermiyor bana benim dünyam.
Tadını çıkarmak varken, canını çıkardınız.
Evet her şeyin, hem de her şeyin...
Papatyaları yoldunuz,
güvercinleri kovaladınız,
balonları patlattınız,
tabakları kırdınız...
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!