İnsanın insana kanat germediği yerde kuşlar vuruldu yüreğinden.
Yaşamak isterken bulutları delerek tüyleri yolundu bedenlerinden.
Yok! Yeryüzü dar geldi kuşlara çığlıkları sığmadı masmavi göklere
Bir kırık camdan dökülen parçalar gibi kanları döküldü her yere.
Anne benim omuzlarım yok! Bir kuşkonmaza döndü tüm bedenim.
Zaman aynı rakım aynı bu gökkubbe altında
Bir çığlık büyür dal gibi orman uğultusunda
Ağaçlar üşümüş gibi durur rüzgarlı havalarda
Çakallar ay ışığında namlunun ucunda uyur
Bir orman kuytusunda söğütler sulara vurur
Asaletin göklere kadar uzansa da sana kısaca anlatayım, karşımda dağ gibi durma, boyundan büyük işlere karışma. Ben beş parasız biri olsam da, seni cebimden çıkarırım bunu unutma. Güzelsin, hoşsun ama boşsun. Bu saatten sonra gönlünü şiirlerle, şarkılarla, türkülerle dolduramam. Senin boşluğuna yıldızları koyamam. Her yerinden asalet fışkırsa da, senin sularınla yıkanamam. Senin sevgin için paçalarımı sıyırıp sığ sularında yürüyemem. Ben ölürken başka aşklar için, dudaklarıma su olup dökülsen ne olacak. En iyisi sen dağ, taş olmaktan vazgeç, biraz da küçük at kargalar yesin. Belki de derdinden onlar anlayacak.
Lütfuna ihtiyacım yok. İstersen beni yerden yere vur. Ben düştüğüm yerden kır çiçekleri toplamasını da bilirim. Burnun o kadar yukarıdayken sen ne koklayabilirsin. İsterim ki beni koklayan dünyanın tüm güzel kokularını ciğerlerine çeker gibi olsun. Git kime gidersin git yolun açık olsun. Beni sevme. Ne gülüşüne muhtacım ne de tatlı bir sözüne kanarım. Ağzını toplamadan git. Kime şarkılar söylersen söyle. Ne masamda meze ne de rakı olabilirsin. Keyfimi kaçırmadan git. Asaletin yeri göğü delse de, beni bırak! Seni delik deşik etmeden çek git.
Hani şarkı vardır ki bıktırmasın, hangi söz vardır ki sıradanlaşmasın. Bir kitap yazsan o ince ellerinle, asla bana dokunan bir söz yazamazsın. Nedir bu dağ gibi duruşunun sebebi. Küçük tepeleri yaratmaktan vazgeçip, dağ gibi mi olmaktasın. Öyle küçük düşünmektesin ki, herkesi kendine hayran bırakacağını sanmaktasın. Sen dağ gibi olsan da, ben şu an dalgalarla sevişmekteyim. Oh deyip derinlere dalmaktayım.
Yaşamak bir rüyadır, gecelerde görülen. Bilir misin ki ne kadar büyük olursan ol, gece karanlığında görünemezsin. Sen benim rüyam olamazsın. Karanlıkta kaybolup gidensin, hangi aydınlığı bana lütfedeceksin. Bir dağ olsan da, kocaman bir yalansın. Artık karşımda daha da küçülmekten vazgeç. Sen kendini küçük hissedenlerin karşısında bir dağ olabilirsin. Benimse karşında küçülecek bir yanım yok. Lütfuna ihtiyacım yok.
Niçin böyle doğa harikası gibi davranırsın. Sen benim için çatısı akıtan bir ev gibisin ve senin aşkınla ıslanmaya niyetim yok. Lütfuna ihtiyacım yok.
Bir tsunami gibi vurdun geçtin dünyamı
Paramparça ettin gözlerimdeki camları
Hayal kırıklığı yaşattın bakışlarımı acıtan
Kan ve gözyaşı akıttım her ağladığım an
Yıkık bir harebeden arta kalanım şimdi
Tüm zamanın soğuk rüzgarlarıyla savrulan
Artık insanlar iyice saygısız olmaya başladı. Konser, tiyatro ve sinema gibi mekanlar eskiden saygılı insanların olduğu mekanlardı. Şimdi ise cep telefonu sesi, patlamış mısır sesi ve çekirdek sesinden hiçbir şey izlenilip dinlenemiyor bu mekanlarda.
Sanat bir mucizedir oysa. Sanatçı olmak da, emek vermektir. Sanat görüldüğü gibi basit değildir, basitçe kullanılmamalı...
Stada maç seyretmeye gider gibi, konsere gidiliyor ya da kız arkadaşlarla köşeye çekilip uygunsuz hareketler yapılıyor. Sanat mekanları köprü altına çevriliyor.
Ya sinema salonlarındaki tuvaletlerin hali. Tam bir pislik yuvası. Demek ki insanlar bazı alışkanlıklardan kurtulamıyor. Sanat bir üst alışkanlıktır. Alt kültürleri tamamlayamamış toplumlar üst kültüre geçiş yapamıyor. Sanatın içine ediyor.
Bir de herkesin artist kesildiği ve herkesin kendini bir yıldız kabul ettiği toplumlarda, insanlar sadece başkalarından saygı bekliyor. Bir başkasına saygı göstermek yerine hep saygı istiyor. Zaten ona göre bir resim, bir film, bir fotoğraf, bir şiir anca staddaki izlenen maçtan farksız. Ve kendisi her yeri şereflendiren bir varlık olduğu için gittiği sanat mekanlarına müzelere konulsun diye kirini çöpünü bırakıyor. Yere tükürüyor çünkü kendisi ne yaparsa yapsın Julia Roberts'tan daha iyi yapıyor.
Sinemaya gidenler cep telefonlarının parlayan ışığından, çalan telefonlardan doğru düzgün film izleyemiyor. İtiraz ettiğinde ' Neden şekil yapıyorsun yawww.' deyip v'yi w olarak kullanıyorlar.
Karanlığı aydınlığa boğan,
Kendi kanında
Kendi canında
Bağımsızlığı bulan
Ay yüzlü insanların
Bir ışık demetidir
Türk edebiyatı bölümlere ayrılırken kültürel değişim, dini değişim, coğrafi değişim, lehçe ve şive farklılıkları ölçüt olarak alınır. Türk şiiri de bu ölçütlere göre bölümlere ayrılır. Türk şiirini meydana getiren şairlerin, özgünlük açısından değerlendirilmeleri, bu ayrışmanın bilinmesiyle mümkün olacaktır.
Türk şiiri İslamdan önce sözlü edebiyat ürünlerinden oluşmaktadır. Koşuk, sagu, sav, destan bu ürünlerdir. Ölçü milli ölçümüz olan hece ölçüsüdür ve bunların 7'li, 8'li, 11'li olanları kullanılmıştır. Dildeki kelime sayısı sınırlıdır. Daha çok doğa, aşk, kahramanlık, yiğitlik ve ölüm konuları işlenmiştir. Türkler bu dönemde Alp Er Tunga Destanı, Şu Destanı, Oğuz Destanı,Bozkurt Destanı, Ergenekon Destanı, Türeyiş Destanı, Göç Destanı gibi destanlar ortaya koymuşlardır. Özgün bir edebiyattır. Bu dönemin en özgün şairi Yollug Tigin'dir. Çünkü Türk edebiyatının en özgün eserlerinden olan Göktürk Kitabeleri'ni Yollug Tigin yazmıştır. Orhun Kitabeleri, Türk kültür tarihinin, bugün için bilinen ilk yazılı belgeleridir. Aynı zamanda Türk dili, edebiyatı ve Türk tarihinin ilk ve ebedi abideleridir.Orhun Kitabeleri, Türk dili üzerinde çalışan alimler için hazine kadar değerli bir kaynaktır.
Kitabelerdeki dil, hayran olunacak ve hayret edilecek derecede mükemmeldir. Kitabelerin her cümlesinde şiir lezzeti duyulmaktadır. Cümleler kısa ve kesik olup derin bir anlam taşımaktadır. Herhangi bir kelime, cümleden çıkarıldığında veya ilave edildiğinde hemen bozulacak bir dengeye sahiptir.VIII. asırda yazılan kitabelerin dili ve her satırında ifade edilen fikirler emsalsizdir. Her satırında koyu bir Türklük şuuru ve milliyetçilik yatmaktadır. Bu emsalsiz gelişmişlik, Türk yazılı edebiyatının ve milliyetçilik fikrinin daha önceki devirlerde başladığının ispatıdır.
İslamiyetin etkisindeki Türk edebiyatı dönemi ise 10, yüzyıldan itibaren başlamıştır. Geçiş dönemi eserlerindn olan Divan-ı Lügati't Türk özgün bir eserdir. Çünkü Türk kültürünün Araplara tanıtılmasında büyük rol oynamıştır. Türkçenin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu göstermiştir. Bir sözlük olmakla birlikte, Türk milletinin yüceliğini de anlatan bir abide eserdir.Türk boyları ve coğrafyası ile Türklerin örf ve gelenekleri üzerine önümli bilgiler vermektedir.
On beşinci yüzyılda Çağataycanın (Çağatay Türkçesinin) klasik bir yazı dili olarak kimlik kazanmasında Ali Şir Nevai'nin önemi bilinmektedir. Nevai öncesinde ve Nevai’nin çağında, Timurlular devletinde Türkçe yazan sanatçılar azdır. Nevai, Türkçeyi edebi dil olarak kullanmayan, Farsça yazan çağdaşlarına çatar. Çağdaşlarının Farsçanın karşısında edebi dil olarak Türkçeyi yetersiz görmelerini eleştirir; eğer emek verilirse Türkçenin de Farsça kadar, hatta daha fazla anlatım inceliklerine sahip olduğunun görüleceğini belirtir. Bu görüşlerini Muhakemetül-lugateyn'de görürüz. Yine geçiş dönemi eserlerinden Kutadgu Bilig'in özgün bir eser olmadığı savı yanlıştır. Çünkü, Kutadgu Bilig'in önemi hikâyesinde ve şeklinde değil, kitaptaki tartışmaların konu içeriğindedir. Sosyal hayat, ahlâk, bilgi ve özellikle devlet anlayışı hakkındaki fikirler, tamamen eski Türk geleneğinin sonucudur. Kutadgu Bilig'de iyiliği telkin eden sözlerin dayanağı ise, bütün dinlerde ve ahlâkçı felsefe sistemlerinde rastlanabilen evrensel ilkelerdir ve kimsenin malı değildir. Eser üzerindeki çalışmalarıyla tanınan İtalyan Türkolog A.Bombacı, 'tamamen orijinal bir eser olduğu hükmüne varıyoruz' demektedir. Bu tartışmaların dışında, çok yeni olarak, eser üzerinde bir Sümer etkisinden söz ediliyorsa da, bunu temellendirmek oldukça güçtür; yine de hükmü zamana bırakmak gerektir.Bu geçiş döneminde özgün şiirlere de rastlamak mümkünkür. Hoca Ahmet Yesevi, Edip Ahmet Yükneki, Yusuf Has Hacip ve Kaşgarlı Mahmut bu amaca uygun, halkın anlayabileceği bir dille eserler vermişlerdir. Örneğin, Ahmet Yesevi tekke edebiyatının ilk temsilcisidir. Bu vesileyle Anadoludaki Türk edebiyatının yeşerip gelişmesine zemin hazırlamış, Yunus Emre gibi büyük şairlerin yetişmesine sebep olmuştur. Yunus Emre'de Yesevi izlerini şu örnekle verebiliriz: Yesevî Yûnus
Bir bulut gibi geldin gözlerimin önüne. Yüreğim gök kadar karardı. Nerdeyse ağlayacaktım. Eğer ağlasaydım, düşüncelerim kasırga olacaktı, beynimi darmadağın edecekti. Aklım uçuşan sandalyeler, arabalar gibi savrulacaktı. Deli olacaktım senin için. Ne yazık ki gözlerimde biriken yaşlar koptu. İşte o kopan fırtına bana delilik getirdi. Sakin bir göle gökten düşen kayaların yarattığı çalkantıyı, her gözyaşım yüreğimde yaptı. Günün en güzel saatlerinde yorganı başıma çekerken bir gözümü açıkta bıraktım, belki gelirsin diye. Gelmedin. Yorganım sırılsıklam oldu. Ağladığımı sanma. Islaklığım sırtımdan akan gelmeyişindi. Üşüdüm. Delilik bir kelebek gibi başımda üçüştü. Yine de ben üşüdüm. Korkum oldun, şaşkınlığım oldun da, dostum olamadın. Sevgilerde yanımdayken, korkularda yanımda olmadın. Delirdiğim saatlerde seni aradığımda, karşıma sevgililerin çıktı. Bensiz olduğun saatlerde hep başkalarıyla gülüştün. Sen gülerken, benim dudaklarımda gözyaşları birikti. Eğer beni öyle görseydin, sen beni teselli ederdin. Ben ise sana gözyaşından cümleler söylerdim. Sen yürek kitabında bir kuru çiçek gibi kalırdın. Hiçbir hüznüm ve ıstırabım sana tesir etmezdi. Bir canlılık görmezdim sende. Olsun sevgili olsun. Şimdi git istediğin yerlere. Elbet bir gün ahlarım ayaklarına dolanır. O vakit oh deyip gezemezsin. Gelmedin akıl sağlığımın bozulduğu vakitlerde. V e sen her aklıma geldiğinde, beynim bir tımarhane oldu. Duvarlarda iri gözler gördüm. Atlar gülüştüler yanımda. Yatağımın kenarına inekler geldi de bana baktı. Ayıkken anormallikler, uyurken kabuslar gördüm. Seni sevmenin bedeli salkımdan kopan tek bir üzüm tanesi gibi yalnız kalmam oldu. Sen ise Babalin Asma Bahçelerinde yaşadın her gün. Ben takvim yapraklarına bakarken, ha geldin ha geleceksin diye. Sen rüzgarda hışırdayan yapraklar gibi yaşadın. Delirdim sensizken ve sen yanımdayken. Ben bir yürek taşırken ve seni severken hesabı sadece ben ödedim. Sen arkanda bir saç teli bırakmazken, ben arkanda yolunmuş saçlar gibi kaldım. Eğer senin değil önünde, yanında durmuş olsaydım seni terk eden ben olacaktım. İnsanların hep arkalarından bakarsan önlerine geçemezsin demiştin. Bu terk etmeyi hiç öğrenemedim. Şunu da unutma sevgili, doğrunun oturduğu sandalyeye eğri oturmaz. Bir şerefsiz giderse, başka bir şerefsiz gelir. Türkiyede hep böyle olmadı mı? Dünyada hep böyle olmadı mı? Diyeceğim o ki, sen gittin; ama yüreğimde kalmana izin verdim. Bir şerefsiz daha gelmesin diye yüreğime. Sen yüreğimde kaldığın sürece, bir şerefsize gerek duymayacağım bunu bil. Beni deli ettin belki. Ama artık ne seni sağlımda ne de hastalığımda görmek istemekteyim. Şunu da bil; kaptanlar gemileri hareket halindeyken bir yunus gördüklerinde yavaşlarlar. Çünkü yaygın inanışa göre çok duygusal olan bir yunus gemiyle girdiği yarışı kaybederse intihar edebilir. Sen beni geçtin. Arkamda bir deniz bırakmadın ki ey sevgili, senin için intihar edeyim. Beni deli ettin; ama senin için ölecek kadar da deli olmadım ey sevgili.
Toplumda görme kusurları çoktur.Örneğin çalış zengin ol derler.Oysa zenginliğin genetik olduğunu herkes bilir.Ya da çalışmayla zengin olunmayacağını sadece beş lira kazınıyorsan onu on liraya çıkarabileceğini herkes bilir.Yok işte beyninde bereketi düşünürsen evren sana karşılık verir ve bolluk ile bereketi kucağına döker gibi formüller sunar bazı kitaplar.Bazı bireysel gelişim kitapları ise acıdan kaçınma yollarını okurlarına göstererek doğru adreslere gitmelerini sağlamaya çalışır.Oysa insanı en doğru adrese götüren acıdır.Acı çekmeyen veya sıkıntıdan kaçan bir insan nereye ulaşabilir ki.Düşünün bir korkudan ve acı çekmekten korkan ve tir tir titreyen bir aydın topluma nasıl yön verebilir ki.Bu yüzden görme kusurlarına sebep olan bireysel gelişim kitaplarını bir kenara bırakıp olumsuz düşüncenin ve acı çekmenin insanın duygularını ne kadar dengede tuttuğunu bilelim. Mutluluk bizim ayaklarımızı yerden kestiği gibi unutmayalım ki acı ve mutsuzluk bizim yere basmamızı sağlar
Örneğin görme kusuruna sebep unsurlardan biri de aşktır.Bu yüzden zirvede başlayan aşklar inişe geçmeye mahkumdur.Basamak basamak yükselen aşklar ve yere sağlam basan aşıklar ise her zaman tırmanışa geçerler.Her basamakta acı çeke çeke doğru adrese ulaşırlar ve zirveye ulaşırlar.Asıl zafer budur işte.Bayrağı doruğa taşımak budur işte.
Toplumda en çok görme kusurları eğitimle insanlara verilmektedir.Örneğin oku derler.Oku ki adam olasın derler.Oysa okul ortamında çocuklara en çok boyun eğmeyi ve normalleşmeyi öğretirler.Korkmayı ve itaat etmeyi öğretirler.Çünkü okullar yetkiyle donatılmış yerlerdir. Okullarda ve asker ocağında en çok yetkiler kullanılır.Bu yüzden ceza kültürü hakimdir.Böyle yerlerde yaşamak için savaşmak gerekir.Askerler ya da öğrenciler hayatla savaşmayı, düşmanla mücadele etmeyi veya derslerle boğuşmayı öğrenirler.Etkilerin kullanıldığı yerler ise sadece sanat ortamlarıdır.Yazılan bir şiirin, okunan bir bestenin, çizilen bir resmin insanları etkilemesi lazımdır.Bu yüzden insanın en iyi eğitim aldığı yer sanattır.Fakat sanatın yetkili ağızlardan verildiği bir yerde öğrenciler bir resim yaptığında ya bulutları mavi yapar ya da beyaz.Bilmez ki bu bir görme kusurudur.Çünkü bulutlar ne beyazdır ne mavi.Gökyüzü içinde asla kendi şekillerini ve renklerini bulutlar bir türlü bulamazlar ve bir kadeh gibi boşaldıklarında en çok insanları sarhoş ederler.Çünkü bulutlar insanların gözlerine perde çekerler. Bu yüzden sanat yetkiden ve oligarşiden korunmalıdır.Özgürlüğün olduğu yerde sanatın ya da sanatın olduğu yerde özgürlüğün olduğu unutulmamalıdır.Sanat her şeyi yaşamak gerektiğini ve en çok özgürleşmeyi öğretir.Korkmamayı,başkaldırmayı, ağaç çizmeyi ve yine aynı ağaçta ölmeyi kısaca savaşmak için yaşamak gerektiğini sadece ve sadece sanat öğretir. Sanat alın teri döktürür.Alın terinin dökülmediği yerde kan dökülür.Önce yaşamak sonra savaşmak gerekir derim.
Alın teri dökmeyen bir millet kan döker.Yaşamasını bilmeyenler ölmeyi öğrenirler. PKK ölmeyi öğrenmiş bir milletin içinde zehir gibi dolaşır. Kan döker kan döker.Doğu yetkili insanların ceza kültürüyle değil sanatçıların etkili çalışmalarıyla kurtulur. Türkiye’nin emek ülkesi olması ve alın teri dökmesi gerek.Bir an önce tüketim çılgınlığından kurtulup üretime geçmesi gerek.
Gül kokulu topraklardan, badem ağaçlarından, yamaçlardaki mor renkli menekşelerden, çorak bayırlardan, ve bol yıldızlı gecelerden başka nedir ki hayat.
Bir avuç dolusu suyu bir denizi ele geçiren kumandan edasıyla mutluluk içinde, kana kana içmek değilse nedir ki hayat?
Bir kum fırtınasının ardından her yer silik bir resme dönüşürken, yana yakıla Leyla’yı aramak değil midir aşk?
Bunca felaket altında, tonlarca su dolu bulutların dibinde, ince bir çiçek güzelliğiyle yaşamak ve bir aşk böceği beklemek değil midir tutkuyla yaşamak?
Her yeri sel sularının kapladığı bir coğrafyada, gözyaşlarına boğulmadan, bir gülümsemeyi bin nilüfer çiçeğine dönüştürmek değil midir hayat?
Bunca aptallığın olduğu bir dünyayı, aptallara bırakmak olmalıdır, akıllıca yaşamak.Ve bulutlara dokunmak bir damla yağmur için olmamalıdır.Cennetin içine bir cehennem azabı yalnızlığını taşımak ve cennet ırmakları içinde intiharı yaşamak olmamalıdır var olmak.




-
Adem Korkmaz
Tüm YorumlarOsman DEMİRCAN Henüz tanışalı iki ay oluyor.Son derece mütevazi,alçak gönüllü,yüreğinizi onun ellerine emanet edebilirsiniz.Sizi üzmeyecektir emin olun....