Kabil ve Habil ile başladı ilk cinayet.
İlk nefret...
İlk kan...
İlk ölüm...
Tanrı’da ses etmedi önce, Nuh'a kadar!
Sahi insan nasıl akşam olur
Çok sevince mi incinince mi?
Cümlenin içinde kayboldum!
Geceye not verdim kendimce...
I
Kadının adıdır Ünzile
İnsan dölüdür
İnsandır
Hayvanlar aleminde
Ve anlıyorum ki ölüm meleği de bir melek aslında!
Acıyı alırken acıtan; bir yanı güldürürken, sorgulatan ekşimsi bir tat bırakıyor zihnimin yarı aralanmış perdesinde.
O kadın oluyorum zamanın kaybolmuş bir evresinde adını bilmediğim bir düşün kadınını oynuyorum sahnede.
Elim elinde el, gözüm gözünde göz...
İçimde ölen bir delikanlı,
ellerimde çaresizliğin esrik tanımı
Sızılı bir ağrı bu gün,
nice ana döşeği
Ocağın isi vurmuş nasırlı ellerine
yüzünde yılların tembel yorgunluğu
Bak şu insanlara
Ne kadar suskun ve susuz!
Kim bilir ne hikayeleri vardır anlatılacak
Belki de anlat(a)mayız susarız karşılıklı
daha az kanatırız kapanmayan yaralarımızı...
Belki de bir bayram sabahıdır, güneşli...
Pabuçlar çıkartılır şimdi yastık altından
saçlar kolonya ile yandan taralı
radyoda bir Muzaffer Sarısözen türküsü
yerini Mustafa Kandıralı’ya bırakmıştır.
Oysa büyüdükçe kalabalıklaşırdı insan
Kalabalıklaşmalıydı
Öyle sanıyorduk!
Tuz var mı üstat
yaraya basmak için?
Gitmek için insan senden vazgeçtim demeli
Sonra acıya tuz basmalı ve usulca sarmalı onu.
Bir süre kanar yara
Canını yakar, acıtır.
Soluğun kesilir.
Kimsiniz lan siz demek isterdim
Avaz avaz bağırmak veya sessizce durmak öylesine
bir duvara dayalı yüzümle
Yürümek bir gece tenhada vurulmadan ayışığı değen yüzüme
Senli düşlere yatırmadan kelimeleri seçmek
Ben bir öykü yazmak istediğimde boş vermeden yürürüm. Yürüdükçe öyküleşir hayat, bazen durduğumda da öykü bulur beni...