Bir kent, düşüyor yine
kalabalığın böğrüne saplı
bir megafonda
iniltili bir ezbere
insan yığını...
Ve unutmanın mümkün olmadığı o malum zamanlar!
Taşıma suyla dönüyordu değirmenler
Tutuyordu zaptiyeler bir sokağın ucunu
bir uçtan diğer uca
Gökyüzünü tırmalıyordu o vakit bir böcek
Perde yırtılmış
Görüntü silik, puslar içinde
Biletçiye iki kişilik bir yalnızlık diyorum...
Dokunmak hayal kurgusu
Adet Kulübesi
Kadını mundar gören gelenek!
Kirli / kirlenmiş…
Zehirli…
Uğursuz…
Taşı taş üstüne koyarsın
Suyu suya
Sözü bile söz üstüne
Ya insanı?
İnsan...
Hayat senin istediğin kadar güzel ve senin izin verdiğin kadar özgür…
Toplum mu?
Biz yaptık oysa bir bireydik yalnızca bir vakit şimdi ne çok mesulüz iki (çok) olmaktan.
Yemekten, karın doyurmaktan, çamaşırdan, giyimden kuşamdan..
Pencerede ki meraklı teyzeden, balkondan sarkan çocuktan, sırnaşan kediden...
Şimdi on yediyim mavili bir kıza vurgunum
Yirmi altısında şarap rengi soluğum
Otuz beşin içinde akşam efkarı
Kırk yediyi devirmişim de habersiz, ellerimde bir avuç çocuk gülüşü...
Altmışında ola ki hüzünlü bir tebessümüm...
Cenazeler geçiyor ve tabutlar diziliyor sıra sıra
Anlı şanlı ölümlere anlı şanlı törenler yapılıyor
Ölen ölüyor, ana; "geride üç evladım var” diyor
Askeri bir törenle aldık havalimanından
selam durarak nasıl bilirdiniz namazına.
Mezarlık onca düşleri yatırır bağrına
ve korku duaları ile geçer
gündüz insanları, geceleyin.
Ölüye uzak, diriye dirsek mesafesi
Ben bir öykü yazmak istediğimde boş vermeden yürürüm. Yürüdükçe öyküleşir hayat, bazen durduğumda da öykü bulur beni...