Uzun bir anlatının arasına bu cümleyi düşmüştü ve henüz haberi bile yoktu ölümün bundan.
“İnsan yaşlandıkça çocukluğuna dönüyormuş diyorlar! Etrafı hayli kalaba iç dünyası ise serseri bir avuntu...”
Sahi nasıldı o şiir?
Daha çocuktu be! hayıflanması
feryat figan sesleri arasında
Batsın sizin bürokrasiniz!
serzenişlerine karıştı.
Cılızca soldu gitti…
Geceden çıkmış bir yorgunluğa
tanıklık eder bir ayağı aksayan adam,
bir kaç berduş
ve mahallenin itleri
Sıralı bir bekleyiştir oysa
son kullanma tarihinin
Tasarım harikasıydı insanlar
tasasızdı ve gamsız...
Ne zaman bir çocuk ölse
toprağa bulalı
Yağmurun yağmasına şaşırırdı insan
Alabildiğine susmak ve kaçmak
Biraz su şırıltısı, toy bir rüzgâr
Tutmalı yelesini bir atlıkarıncanın
sobelemek ateş böceklerini.
Bir kuşluk vakti
Ölü/m ko(r)kusu
Kaburgana basar
Yaşlılık saksıda kurumuş bir nergis
Tirajlı gazetelerin manşetinde
Ölüm üç punto...!
Üşüyorum anne ört üstümü
Hava soğuk, buza kesmiş her bir yan
Dudaklarım çatlamış soğuktan
Üşüyorum anne ört üstümü
Hava kesiyor, ayaza çalmış sol yanım
Ne güzel bir aşka yürek bilemek ve aynı sevda için çarpması kalbin
Ne güzel haykırabilmek dizelerde utançsız, gururla
Ağlamaktan bile mahcup, ağlamasız bir gözyaşı...
Ah sen düşlerimin cümle hırsızı!
Uyandığımda hatırlayamadığım
Hangi anlatı tanımlar ki
orada yaşanan acının tarifini okura.
Okuyunca geçer mi acı, yara,
kurur mu kan, kalkar mı ölü topraktan
eksik burun, göz, kulak, kol ve bacakla?
Güneşe aldanır insan
Bahara...
İnsana...
Sonra uzak bir maviye karışır
Biraz meczup, biraz filozof
Bilmez ötesini.
Ben bir öykü yazmak istediğimde boş vermeden yürürüm. Yürüdükçe öyküleşir hayat, bazen durduğumda da öykü bulur beni...