Öyle kalleşti ki dünya
Önce çocukları vurdular
Oysa latte içiyorduk sessizce Jambonun ardına.
Köpekler uluyordu…
Ve ölmeyi bilmeyen çocuklar çabuk büyüyordu
- Atlamazsan namertsin! -
“Sıkıyorsa atla” dedi adama kalabalık, merhamet gölgesinden kaçanlar
“Sıkıyorsa atla!..”
Bolca gülümsedik
Belki dağılır diye bulutlar
Sis basmıştı şehri
dokunsam ağlayacaktı
dokun/a/madım
(Günlerden siyah acının kronik rengi!)
Biz gülüyorduk ya oysa vakit daha dündü
İstanbul salınıyordu kendi devinimi ile
Boğaz gerdan kırıyor,
martılar, albatroslar balık peşine düşüyorlardı.
Belki de son kaledir bu
Zamanı diretir şimdi saat
Takvim solgun
Aynada yorgun, kırışık bir yüz
Geçmiyor sızısı...
Siz kaç kişisiniz toplamınız ne
Saysak siz kaç çıkar insanlıktan
Kaç kalır geriye
Kaçınız insan, kaçımız yoksun yaşamdan?
Biz bir milyon, on altı yaş köle işçiliği yapan, merdiven altı çalıştırılan, okutulmayan, sosyal devlet varlığından yoksun bırakılmış burnunu koluna süren kaporta altı çocuklarıyız…
Bir otel odasında sol yanım
Beynimde tamburalar, buzukiler, bulgariler, çöğürler çalıyor…
Susturun içimdeki sesi… Sesleri…
Kim var orada?
Sakın cevap verme
İpe dizilmiş gibi duran kelimeleri
nedense sevmiyorum.
Savrukluğuma gün ortası bi sofa* kuruyorum.
Seriyorum hayallerimi ayağımın altına
Bir elimde okyanus
Bir zamanlar göğü tutardı avuçlarım
Ne zaman dua etsem yağmura ıslanır
ve zan içinde kalırdı inanma/z düşlerim...
(Hüznüne dokunuyorum şimdi gecenin. Tüm matemimle arınarak geldim!)
Ve susmak avaz avaz bağırmak varken.
Oysa susmak yeğdir çoğu zaman
manasız laf kalabalığından.
Susmak saygıdır ölüme,
ölümlere son bir selamda.
Ben bir öykü yazmak istediğimde boş vermeden yürürüm. Yürüdükçe öyküleşir hayat, bazen durduğumda da öykü bulur beni...