Avuçlarımda kalan kokunu çektim günlerce içime ve seni bir daha, bir daha yaşadım doymamacasına. Anılarımın en başına koydum resmini, özledikçe izledim. Avuçlarımı hiç çekmedim burnumdan, kokladım, kokladım. Daha beter özledim seni. Kokuna kavuştukça yandı yüreğim, yüzünü mıhladıkça gözlerime özlemim derinlerime işledi.
İşte, böyle bir şeydi seni sevmek…
Etten, kemikten ve sestendi sevdam. Ruhumdandı, özlemek ve seni sevdikçe tamamlamak eksiklerimi. Sana alıştıkça, sen olmaktı yaşam. Senin gibi görmek, senin gibi konuşmaktı. Beni sana yaşatmaktı, sevmek. Yüzümü avuçlarının arasında düşlemekti, rüyaların hepsi. Bıkmadan gözlerine bakmaktı, istediğim. Baktım…
Diyemem ki...
Seni yok etmeye geldiğimi, seni kanatmaya ant içtiğimi, senin kanını sunaklarda biriktirmeye ve ayinlerime kurban etmeye geldiğimi diyemem ki...
Diyemedim...
Gittim, tüm pervasızlığımla...
Gittim tüm ayıplarımla...
Ayrılığın yasını tuttuğum
Senli zamanlardan sonra
Kör kuyulardan medet umduğum
Gidişlerini ardıma koyup
Gelişlerinle bayram havasına büründüğüm
Yağan yağmurda
Küstüm. Sana, aşka, umuda küstüm. Yaşama adadığım mumu bu gün söndürdüm. Kokunu kovaladım pencerelerden. Yağmur yıkadı dünyamı. Hikayeci, yeni bir masala başladı. Kelimelerini zemheri soğuklara adadı. Kış masalı okundu kara bulutların yüzlerinde. Ölüme söylenen tüm şarkılar eşlik etti sokaklardaki taşlara. Ortalıkta benim sessizliğim kol gezerken, taşların sesleri tüm gecede yankılandı. Kulaklarımı kapattım ellerimle, sesler gittikçe işledi içime. Kaçmak istedim, yolları taradım. Çıkmaz olmuş hepsi, karanlık dehlizler sağlı sollu. Küskünlüğüme bir de korkuyu ekledim. Uzadıkça uzadı keder.
Korktum. Senden, aşktan,umuttan korktum. Satır aralarına sakladım ya seni bunca zaman, bu gece hepsini yollara döktüm. Hem de bir başıma. Korkularımı da bıraktım kaldırım kenarlarına, arkamdan kovaladılar. Yine kaçtım, yaz yağmurlarının amazonu değildim artık. Savaşamadım. Kış masalının kahramanı oldum, süklüm püklüm çöktüm bir satırın bittiği köşeye, ağladım. Kendi yağmurlarımı yağdırdım kışın ortasında. Acıttılar, canım yandıkça daha da bastılar yaralarıma. Bağladılar yüreğimi dar ağacına. Sevdam ölüme yaklaştıkça, ben de hiçliğe yüz tuttum.
Kaçtım. Senden, aşktan, umuttan kaçtım. Hayat dediğin oyunda son perdeyi araladım ve son bir nutuk attım herşeye. Dedim ki;
“ Öfkeliyim sana, içime giren bu sızıya düşmanım. Davetsizce geldiğin için sana hırslıyım. Umursamazlık oyununda beni karşına koyduğun için kaçıyorum senden. Sana söylüyorum, sözlerin yetmediği bir andayım. Gülüşüne, şarkılarına dalmıyorum artık. Gözlerimi kapıyorum, yüzün geliyor ama rengi başka artık. Maviyi siyaha çaldırdığın bu geceyi lanetliyorum. “
Otobüs kalkmadan on dakika önce yetiştim acentaya. Bu yolculuğun aslında pek çok şey öğreteceğini kimse bilemezdi. Çocuk usulca geldi koridordan, önümde durdu. Bir şey soracak gibiydi, bir taraftan da bana bakmak istemiyordu. Ağzını ve burnunu kapatan çift maskeyi gördüm. Hastaydı bu küçücük hayat. Yaşadıklarını anladığımı nasıl söyleyebilirdim ona, yan koltuğumda oturacaktı. Kalktım, yavaşça geçti oturdu. Annesini sordum var, “Var” dedi usulca. Canı çok yanıyordu biliyordum, beş ya da altı yaşlarındaydı bu küçük eller. Gözyaşlarım geldi, konuşlandı göz pınarlarıma.Yorgun gözleriyle camdan dışarıyı izlerken çok şey anlatıyordu aslında. “Hiç sorma, hiç dokunma, incitme beni, kırılgan bir kristal parçasıyım ben. İşte bu yüzden, bakma bile” diyordu sanki o sessizliğiyle.Sustum, arada bakıyordum. Annesi gelene kadar hala burada olduğundan emin olmam gerekiyordu.
Bizlerin arasında tuhaf bir bağ olduğuna inanıyorum ben. Birbirimize olan aitlik ve sahiplenme duygusunu anne ve evlat sevgisiyle eş tutuyorum. Oğlumdan hiç farkı yoktu o çocuğun benim için. Biliyordum ki, annesinin içi yanıyor, her an ağlıyor. Yavrusu gözlerinin önünde acı çekiyor, eriyor.Çaresizliğine isyan ediyor. Biliyor musunuz o an, insan herşeyin varlığından şüphe ediyor ve inkarın eşiğine geliyor. Annenin yerine koydum kendimi, yüreğime dayanılmayacak bir ateş saplandı. Bu tıpkı hastalığımı öğrendiğimde, yavrumu bensiz bırakabilme ihtimalimin olduğunu düşündüğüm zaman içimi yakan ateşti. Dayanamadım o noktadan sonra, içimdeki sel azad etti kendini.
ALL (Akut Lenfoblastik Lösemi) imiş meğer, off Allah’ım nasıl dayanıyor? Yakın zamanda geride bıraktığım anıları yaşadım birden. İlaçlar, ağrılar, halsizlikler, gülümsemeye halin olmuyor, olsa da gülmeni gerektiren neden de yok zaten. “Ben bu kadar etkilendim kocaman insanken, o küçücük bedeniyle nasıl savaşıyor? ” diye soruyordum.”Allah’ım ona yardım et, şifa ver. Sabretmesine yardım et. Elimden gelen bir şey olsa o an vermeye hazırdım, sadece onun gözyaşları dinsin diye. Annesinin her dokunuşunda “ Anne çok ağrıyor, dokunma.Ben böyle rahatım” diyen sesini, ağlayışlarını ve yarı ayakta, yarı oturmuş halini unutmayacağım. Önünde ne kadar yaşamı kaldıysa, hayatına damga vuracak bu günlerin hastanede geçeceğini biliyor muydu acaba? Ne kadar zor ve uzun bir yola girmişti? Küçücük yüreğine, tazecik belleğine yerleşen anılara ve acılara baktıkça, ona baktıkça ağlamaktan kendimi alamadım.İçim yandı. Yaşadıklarını biliyordum, onun yerine koyuyordum kendimi. İzlemekle yaşamak çok farklı şeyler.Bunu ne kadar anlatsam da yeterli olmayacağını biliyorum. Çocukluğundan, oyunlardan, arkadaşlarından, koşmakta, zıplamaktan mahrum kalıyordu.
Yumuk elli, bocuk gözlü
Küçücük bir kız çocuğu
Benim kızım o
Belki de senin
Elinde kağıt mendilleri
Dağınık saçlarıyla sokaklarda
Küçük bir omuz
Boş bakan gözler
Aslında tükenmeye an kala
Tutunmuş küçük eller
Hayat zalim
Hayat zor
Suskun bekleyişlerdeyim
Apansız gidivereceksin gibi
Gelişini de anlamadım ya
Neyse...
İşte, öyle bir sessizlik benimkisi
Pencere önünde geçen saatler
Yalnızdık ikimiz de. Beyhude aşkların kol gezdiği bir kentin serserileriydik. Bazen düşlerde arıyorduk birbirimizi, bazen de yeni çiçeğe duran mandalina bahçelerinde.
Günlerden bir gün, öyle çok sevesim geldiğinde, bir çekirdeğe saklamıştım ikimizi. Mandalina kokacaktı saçlarımız.
Günlerden bir gün de, bir el olacaktık, çekip alacaktık birbirimizi.
Cadılar bayramını kutlar gibi oldu artık yaşamlarımız. Her gün ayrı bir balkabağı süsleyip koyuyoruz kapılarımızın önüne. Hatta yüzlerimize de onlardan takıyoruz, çirkin ruhlarımız görünmesin diye. Kimin kabağı kiminkinden büyük, kimin ki daha gösterişli, kimin ki daha çok süslenmiş? Kapıya zilleri de astık mı alın size bir cadı evi. Kabaklara mı acısak, yoksa insanlara mı bilmiyorum. Kabak olmak aslında tercihim olurdu, neden mi? İnsanlar gibi iftiracı ve çıkarcı olmak istemediğimden. Cadılık aslında var biliyor musunuz? Bu büyü işleri masal olabilir ama cadılık insanın yüreğinde var. Ben öyle bir cadı tanıyorum ki, o pis tırnaklarıyla insanı çizmeye çalışıyor adeta. Kendi ayıplarını, eksiklerini ve belki de sahip olamadıklarını örtmek adına etrafına saldıran bir cadı. Kıskanç ve iftiracı.
Bu cadıyı bir balkabağı olarak hayal ettim. Kocaman gözleri ve ağzı, kafasının tam içine yerleştirilmiş bir fener. Haline gülsek mi, ağlasak mı? Kendi kıskançlık ve çıkarlarının ihtiraslarında yeterince yanmıyormuş gibi bir de kafasının içinde bir fener. Bu zavallı balkabağı kafalı cadının hali ne böyle? ‘Acaba o fener orada yanarken karanlıkta kalmış kör yanına ışığı gösterebilir mi acaba? ’ diye düşünmeden edemiyorum yine de. Ben insanım ya da kapı önüne konmuş bir bayram kabağı. Kötü cadının oyunlarını ve her gün kazanın başında sinsice yaptığı büyüleri izleyen,sessizce ağlayan bir balkabağıyım belki de. Ben sarı renkteyim, güneş gibi. Güneşin yeryüzünü aydınlatışı gibi kendi yüreğimi karanlıklardan korumaya çalışıyorum aslında.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!