“Çocukken çok mu peri masalı okudum acaba?” diye sormuyor değilim kendime. Hala dünyadan yana umutlanasım tutuyor da bazen.
Saçlarım oldum olası hızlı uzar. Arkadaşlarımın Rapunzel diye benzetmeleri olurdu. Masalın sonunda prensiyle mutlu bir yaşam sürdüğünü hatırlıyorum yanlış değilsem ama şöyle bir bakıyorum da, ortalıkta bu kadar çok Rapunzel ve prens varken, neden bizler hala kulenin tepesinde mutsuz mutsuz beklemekteyiz?
Acaba aşağıdan geçen prenslerin hepsi başka masallardan mı düştüler?
Bu mevzular oldukça trajik ama sanıyorum yapacak bir şey yok.
Taze olan kokun muydu yoksa vedalaşmanın acısı mıydı hiç bilemeyeceğim sanırım. Bazen kendime ulaşmakta bile güçlük çektiğim düşünülünce, bu ikilem doğal geliyor sevgili.
Aklıma gülüşünle ısındığım soğuk günler geliyor. Bir kışı daha ardımda bırakıyorum ama hala seninle başa çıkamıyorum. Güçsüz bir kadın olmak, üzerimde durmuyor. Birkaç beden büyük bir elbise giymişim gibi görünüyor olmalıyım diye düşünüyorum insanların garip bakışlarını gördükçe.
Bazen bana bakanların yakasına yapışıp iki elimle, “sen de kaybettin mi, özledin mi?” diye sormak istiyorum avaz avaz, ya da “sevmediğin için tuzun kuru olabilir mi?” deyip dönüp arkamı gitmek istiyorum.
Köşeme çekilip, ağlarken kimse dokunmasın istiyorum bu aralar. “Yazsam” diyorum, yazdıkça boşalttığım kâğıtlar seninle dolsa…
Yağmurla sakladım gözyaşlarımı,
Islandım, yüreğimin acısıyla birlikte.
Öyle bir acı var içimde,
Ölümden beter, bıçak gibi yüreğime yerleşen.
Olması gerekenlerle, olanların doğruluğunu karıştırdık sanırım bu güne dek. Keskin cümlelerin peşinde savrulduğumuzdan bu yana, hikâyelerimize yalanlar karıştı. Yalanın karıştığı yerde, doğruların ömrünü kestik kör testerelerle. Biz olmaktan çıkıp, ben ve sen olduk ve belki de arada gezinen başka nefesler oldu. Artmadığımız gibi azalmadık da yalandan yana. Dağıldık, toz duman olduk.
Sevgiyi dilimleyip her öğünde başka bir tat gibi koyduk sofraya. Renkleri birbirine karışmış çiçeklerle dolu birer vazo vardı gözlerimizde. Yalandı o çiçekler ve alacalı renkleri. Yalandı her şey, sen gibi. Küstükçe her şeye, kendimle barışmaktan da uzaklaştım o kadar. Çırpındım, tutunamadım, yalnızdım…
Ağlarken gözyaşlarımı sileceğim yen yoktu. Çıplaktı sanki ruhum. Sensizlik çıplaklıktı belki ya da hiç olmayan bir giysiye sığmaya çalışmıştım onca anıda. Küçüktün bana veremediğin hayatla. Tırnaklarımın arasına girmiş toz taneciklerinden öteye geçememiştin sen. Ben anladığımda çok geçti. Düşmüştüm sana çoktan.
Ufacık olmalı
Şiir dediğin
Küçük bir çocuğun
Avucuna sığmalı
Bazen
Güneş olmalı
Kaybolmalıyım, beni yaşamaya terk ettiğimde kendimi.
Seni yaşamaktan vazgeçişime öfkemi beslemeliyim.
Ne benim uzanan elim havada kalmalı,
Ne de ben senin gözlerine bakarak yalvarmalıyım.
Bir el bıraktım giderken sende
Bir de
Ardımdan ağlayan bir çift göz
Ucu yanık resimler de
Cabası…
Bulutlara değiyor gözlerim bu gece
Yıldızlarla sohbet ediyorum
Anlattıkça, geceye açılıyorum
Benden kelimeler takıyorum saçlarına
Gözlerim kamaşıyor bir an
Kaçırıyorum bakışlarımı
Uzun mu sürer kısa mı kestiremiyorum hüznün insanı terketmesi ama her yaranın ilacı vardır. Şairler durmadan yazar "yaralarımı sensizken saramıyorum" diye. Hepsi beceriksizlikten ibaret bence.
Ben de yazmışımdır, hatta yazdım da ihaneti ve acıyı. "Her gelen, yüreğinin başka köşesini çizer" de dedim.
Evet, dedim :)
“Yağmurlu bir sabah başladı buralarda ve yine sen yoksun. Zor geldi sensizlik, yağmurdan olsa gerek. Bir damla çiselediğini görsem, hemen hatırıma geliyor ne kadar sevdiğin.
Ne vardı ki; yağmurlu sabahları unutup, senden gidecek kadar?
Her şey yerli yerinde. Sokaklar yine boş sabahın ilk ışıklarında. Hatta sokağın ilerisinden bir araba alarmı sesi yükseldi az önce. Pazar gününün dinginliğine meydan okumanın yanında, bir de varlığını hatırlatıyor sanki canhıraş kavgaların.
“Kasım sabahı” diyorlar bu sabahlara. Aşk, yağmur, melankoli kokarmış. Bana göre bir de sensizlik kokuyor…
“Kasım’da aşk başkadır” diyorlar ya, asıl sensizlik başka Kasım’da!
Yağmur da başka!
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!