Acımıyor artık yaralarım, biliyor musunuz? Alıştığımdan mı ne, gülüp geçiyorum canım kırıldığında. İnsanın en zor taşıdığı can kırığı ya güya…
Hiçbir şey zor değil, değilmiş. Ben öğrendim bunu, sizler de öğreneceksiniz. Her gün başka bir dersten sınava tutuyor bizi yaşam. Binaların, insanların, çöplerin, kirli ruhların, aydınlık yüzlerin,(daha çok sayarım ama unutuyorum) en sonda kendi kendimizin arasına sıkışıp oturuyoruz sınav masalarına. “Yorgunum” demek kâr etmiyor.
Ağlıyoruz, zırlıyoruz hatta hayatı zorlamaya kalkıyoruz, bazen zorluyoruz da. Ta ki, suratımıza tokat yiyene kadar.
Bir masal anlattım kaybettiğim çocukluğuma.
Gözleri buğulandı,
Süzüldü bir damla sol yanağından.
Baktı;
'Geç kaldın!
Çoktan büyüdüm ben senin kaybettiğin yerde.'
Yalanın çıplaklığı kadar hafif ol o rüyalarda
Öyle bir gel ki tüm gerçeklerin gidişini seyredeyim pencereden
Yağmur yağmış, serin bir koku sarmış etrafımı
Ben yağmurda ağlamayı da severim
Gizlenirim yağmurda gözyaşlarımdan
Yalan, anadan üryan, belki de hiç olmayan...
Sen geldin ya!
Sürgünlüğüm bitti, vuslat güneşe durdu yüzünü.
Sen geldin ya!
Gözlerinin ışığından aydınlandı yüreğim.
Durgunluğu bitti zamanın.
Sen geldin ya!
Hayat keskin çizgilerle çevrelenmiş zigzaglardan oluşmuş. Bir gün gülerken, ardından gelen göz yaşını kucaklıyoruz. Duygulanımdaki çizgiler de hayatın birer küçük kopyası gibi yüzümüzde beliriyor. Bir köşede çalan pikaptan çıkan ses, bizi alıp gezdiriyor hayat ülkesinde. Çoşkun dalgaları kucaklıyoruz an gelip, bazen de sokaklarda akan sellerde kayboluyoruz. Bize kucak açanlara doğru koşuyoruz. Can, canan, ana, baba, evlat… Canımızın içine işleyen pek çok şeyi de beraberimizde sürüklüyoruz. Bazen de yapayalnız, kara toprakla buluşuyoruz. Sessiz bir bekleyiş var orada, biliyoruz. Avuntularla kendini dinliyor ruhumuz, bir taraftan da bedeller ve ödüllerle tanışıyoruz. Kokulan ölümün, güzelline hayran oluyoruz.
Elbiselerimizin iç yüzüne bakıyorum, yüreğimiz gibi zigzaglarla tutuyor birbirini. Dünya üzerindeki herşey ne kadar da birbirine benziyor diye iç geçiriyorum.” Tek bir elden çıkan sanat eseri belli ki” diyorum. Zigzaglarını seviyorum ben bu dünyanın. Her günü farklı yaşamayı seviyorum. İçimde kopan fırtınları da seviyorum aslında. Yaşadığımı anlamam için işaretler beliriyor böyle olunca. Karışıyorum ben bu hayatın içine, aslında sen de beni takip ediyorsun. Sen de benimle birlikte karışıyor, bazen yok oluyor ve bazen de göndere çıkıyorsun. Beni de görün, beni de anlayın diye haykırıyoruz hep bir ağızdan. Zigzagların en keskin uçlarında duruyoruz, oralardan bakıyoruz birbirimize.
Bir noktada buluşamayışımızın nedeni budur belki diye düşünüyorum. Farklı yönlere bakıyoruz ya, birbirimize yaklaşmaya çalıştıkça çizgiler aramızı açıyor ya.
Ekmeğe, suya kanar gibi sevmek...
Ölüme koşar gibi sevmek...
Yeter mi sevgiyi böyle anlatmak?
Daha, daha, anlatmak gerek... Sevmeye daldı mı insan, uçar gider ruhu bu alemlerden.
Vedalalar acıtır.
Vedalar kanatır.
Vedalar alır götütür bir parçayı.
Vedalar bazen,
Bitirir, bitmez gibi gelenleri.
Acıya yakışan en güzel isimdir veda.
Özledim, kendi kendime bile söyleyemeyecek kadar çok özledim hem de. Bilmediğim kokunu duyar oldum, her nefes alışımda. Kulağıma ulaşan her tınıyı, senin sesin sanmaya başladım. Kapı her çaldığında, gelmeyeceğini bilsem de sensindir diye açtım. Telefonu hiç uzaklaştırmadım yanımdan, belki özler ararsın diye. Sana git derken aslında, “ hep kal, hep benim ol” dediğimi anlıyorsun sandım. Ben sana aslında, gerçekten git demedim ki…
Kal diye yalvarabilirdim, elini tutup seni hiç bırakmayabilirdim, tüm kapıları sen içerideyken kilitleyip, anahtarları denize fırlatabilirdim. Sadece kendim için, yüreğime hapsedebilirdim. Seni gözlerimde kaybedebilir, ruhumla birlikte toprağa verebilirdim. En güzel gülümseyişimle bakabilirdim sana bir ömür boyu. Buz tutsa da dünya, seni ısıtabilirdim ellerimle. Her zerreni ezberleyip, ömrüm boyunca sadece seni söyleyebilirdim. Herşeyi yapabilirdim hayal gücünün yettiği ve yetmediği. Sadece sen benimle kalsaydın…
Sana git dedim, kendi sabırsızlığımdan. Sana git dedim, kendi özlemimden. Sana git dedim, inanmak isteyip de yapamadığımdan. Sana git dedim, seni gözlerimden bile kıskandığımdan. Şimdi sana gel desem sevgili, gelir misin? Hayal ettiklerimi ve ettiklerini birlikte izlemek ister misin? Yoksa sen de bir köşeden gizlice, benim yaptığım gibi izleyecek misin? Korkak yüreğimi saklıyorum aslında. Sevdadan yanmaktan korkan bir gönül, ateşlere doymamış bir ruh taşıyorum içimde, bir de seni, gitmiş olsan bile…
Çocuk gibi sevmek istiyorum.
Çocuk gibi başımı gömmek kucağına.
Saçlarım okşansın diye beklemeyi istiyorum,
Bir busenin uçup yanağıma konuşunu izlemeyi.
Eksiliyordum. Sen gittikçe akıyordu damarımdan kanım. Aşkının boş bıraktığı yer sunak olmuştu, oluklarının ölüme açıldığı. Eksilmeye kızarken için için, seni uğurlarken yüreğimden, başka bir yerde de seni yitirmenin acısı çöreklenmişti bir köşede sessizce. Üşüyordum, ruhuma kalın yorganları sarıyordum mayıs sabahında. Sen gidiyordun ya, geldiğin günlerin sabahlarına benziyordu bu sabahlar da. Gelişinin bahar neşesi, gidişinin yasına eş oldu şimdi. O zaman da ağlıyordum, şimdi de…
Senin sandığın gibi akmıyor artık gözyaşlarım. Taşlaşmış göz pınarlarıma inat ediyor yosun yeşillerim. Bakıyor, görüyor, gülmüyor… Gülücüklerim üşüyor artık gördüklerimle... Kapatsam gözlerimi dünyaya, sana, yalanlara. Geride kalan yaşantımın içinde kaldığını bilmek de acıydı ama hak edilmişliğin sana verdiğiydi bu. Tüm itirazların ve başkaldırıların geçmediği yerdi benim yürek mahkemem ve sen suçluydun. Mahkûm olmuştun çoktan yalnız kalmalara, bensiz yaşamalara.
Sen de üşüyordun, sen de ağlıyordun belki. Belki de üzülüyordun… Belki’ lerle bir aşkı geçiştiriyordum sayende. Belki’ lerle sevmeyi öğreniyordum sanki hiç bilmiyormuş gibi. Sevmenin böylesini bilmiyordum. Sevdikçe yüreğimi eriteceğini, kanadıkça sunaklarda daha çok öfkeye susatacağını, geceleri yaşayıp varlığını ve yokluğunu, gün doğduğunda da susuzluğun esiri olup avlandıracağını, beni yavaş yavaş taşlaştıracağını bilmiyordum.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!