Uyuyorsun…
Uzakta değil, hayalde değil…
Değil bu bir rüya, bu bir düş değil.
Yanı başımda uyuyorsun,
Huzurla…
Kulağına bir şeyler söylüyorum,
Şehirlerin en işlek caddelerinin tam göbeğinde duran cumbalı, tarihi ahşap binaların gece yarısı sükûnu ve seher vakti sükûtu var içimde. Tenhayım lakin bu tenhalık; herhangi bir sebebe bağlı kalmaksızın kendiliğinden var olan yorgunluklar safhasında bir tenhalık. Kapı kapı dolaşmaktan helak olmuş bir umuda; çaldığı her kapı yüzüne çarpıla çarpıla öğretilmiş çaresiz bir kabulleniş yılgınlığı gibi…
Demiş ya Nazım, “Kapıları çalan benim, kapıları birer birer… Gözünüze görünemem, göze görünmez ölüler!” diye; o misal biraz. Ölüyüm ama hala kapı kapı dolaşıp, -kangren olmuş ayaklarıma aldırış etmeden, seni arıyorum. Hala kapı kapı dolaşıp, -kangren olmuş ayaklarıma aldırış etmeden, seni arıyorum ama ölüyüm. Aradığım sen, sen değilsin üstelik!
Bir yol kenarında oturup saatlerce, yoldan geçen arabaları gözümü bile kırpmadan seyretmek istiyorum. Korna sesleri, egzoz dumanları, şehrin uğultuları ve sokak köpekleri… Bütün temaşaya dahil olsam da eriyip gitse kafamın içindeki nümayiş diye düşler kuruyorum. Hangi gürültü bastırır bilmiyorum; içimdeki patırtıyı!
Bir yanım ölüyü; ölünün bizzat kendisini canlandırıyor bu oyunda… Diğer yanım daha karmaşık. Ağlayan da var gülen de! Yas tutan da var ah eden de! Oturup ağlayalım diyen de var, kalkıp bir kapı daha çalalım diyen de! Aradığım sen, sen değilsin üstelik!
Yağmur yağsın istiyorum bazen. Yağmur yağsın da oturup bir pencere kenarında camların buğusunu seyredeyim, bir sigara yakıp sessizce ağlayayım diye değil… Bir dağ başında yakalanayım yağmura; rüzgar, fırtına, hatta belki kasırga… Seller aksın iki yanımdan, toprak kaysın, ağaçlar köklerinden sökülüp etrafa saçılsın ve tozu dumana katsın bulutlar… Ürpereyim! Hangi ürperti bastırır bilmiyorum; içimdeki gürültüyü ancak yine de ürpereyim istiyorum kızılca kıyamet ortasında.
Bazen yok olmak geçiyor içimden. Yok olmayı kendime bile tarif edememişken kimseye izah edemiyorum! Unutulmak değil kastım; yok olmak, olmamış olmak! Ardımda kimsede ne üzüntü ne sevinç, ne hayal ne hatıra, ne yâd ne ah kalacak şekilde bir yok olmak bu! Dedim ya; hatırlanmamak değil, hiç var olmamış olmak! Tanımamış olmak bu dünyayı; bu dünyada tanınmamış olmak. Bu caddelerde yürümemiş, bu sokaklarda başıboş sokak köpekleri gibi dolaşmamış ve hatta hiçbir duvar dibinde çöküp turuncu bir gökyüzünün beyaza boyandığı karlı bir gecede göğe bakmamış olmak!
‘Çıkıp biraz dolaşayım; avareler gibi başıboş ve meczuplar gibi avarece dolaşayım da biraz kafam dağılsın’ diye çıktığım yolda, sanki kafamın içinde kilometrecekerle kuyruk oluşturan seslerle boğuşmuyormuşum gibi, uzayıp giden kilometrelerce duran ve durağan bir trafik keşmekeşinin tam ortasında buldum kendimi.
Radyoda; ‘sevmeyi denemedin’ diye bir şarkı söylüyor Blok3 mahlaslı biri, sitemler-serzenişler… ‘Lanet olsun gönlüme, bir türlü bitiremedim. Hayaline aşık oldum ben, sana değil’ diye bir yeri var şarkının; ‘sen bana aşık değilsin, beni sevmeyi seviyorsun, sen hayalinde yarattığın beni seviyorsun, beni değil” dediğin anlarda içimin nasıl da yandığını, hayır sensin o diyerek nasıl da kavrulduğumu hatırlattı bana.
Görüyorsun ya, ya da görmek istemiyorsun ya duy en azından. Ben, senden biraz kaçayım bşraz uzaklaşaım diye çıktığım yolda bile dönüp dolaşıp bir şekilde bir vesile sana düşüyorum. Şarkı değişiyor, trafik akmıyor, yağmur yağıyor ve akşam oluyor! Anla; bana ne akşam oluyor ne gün doğuyor! Anla; benim senden başka sığınacak kapım yok! Anla, Allah aşkına anla artık; benim senden ayrı geçirdiğim bir anım bile yok.
Akşam olacak birazdan, yine bir iki kitaba düşüp senle göz göze kalacağımız cümlelerin arasında kaybolacağım. Yüklemi hasret, acı, göz yaşı olan cümlelerin tümümün öznesinde yine seni bulacağım. Sigara… belki bir kahve ki tatsız tuzsuz! Anla; benim senden başka halim yok! Üç vakte kadar olması için can vereceğim şeyler dar vakitlere mahkum! Gözlerine kaçak bakışlar; ki sınırlı ve süreli! Anla; benim senden başka dökecek göz yaşım yok. Anla, gözünü seveyim anla…
Sonra gece, karanlık… Uyku, uyu. Veya uyuma, uyumak isteyip de kal sabaha kadar açık gözlerle. Sonra hayal, düş… Belki bir rüya!
Anla, benim senden başka arkadaşım yok. Yolum yok, yönüm yok senden başka. Kırıntılarına mı razsın dedin, kırıntılarına. Umutlarım kırıntılarımda, anla; benim senden başka kimsem Yok.
Aklıma gözlerin bir kurşun gibi düşünce,
Gözümden hıçkırarak kan damlar; zamansız!
Ben ki ey yâr; gördüm Cenneti gözlerinde,
Kayboldu tüm lisanlar, sözler anlamsız!
Uğultular doluşuyor gökyüzüme,
Zeyneeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeynep…
Arş inliyor arş; gök yarılıyor içinde kayboluyor feryadım, duyulmuyor figanım, duyulmuyorum fakat arş inliyor…
Beynim zonkluyor, gece oluyor, kararıyor ortalık ve el ayak çekiliyor! Bir çocuk parkı da şahit olabiliyor tüm bunlara; bir cami avlusu, bir şadırvan önü, bir balkon, bir duvar dibi ne bileyim işte bir yarım yamalak istinat duvarı da!
!
Zeyneeeeeeeeeep Zeynep…
ZEYNEEEEEEEEEEP ZEYNEP…
Fedon mu daha aşık ben mi daha fazla dokunamıyorum? Tası tarağı toplamak diye bir deyim var, atasözü olsa kimse –neden böyle oldu? diyemez; tası tarağı toplamak. Hayır bu deyimle bir alakam yok, sana dokunamamamın ve hatta Fedon’un bile bir alakası yok. Kelalaka aklıma geldi, gıpta ettim kendisine ve bunu dile getirdim sadece, hepsi bu…
Hadi, gel de yap artık şu kahveyi. Bugün, burada, kaç kahve içildi bir bilsen… Hiçbirine iştirak etmedim hepsinin iştirakindeyken.
Suyu, şekeri, fincanları, bende olan senin kahve makineni ve hatta beyan etmediğim halde –ki kayıtlarda bu mevcut, kahveyi hazır etmekle kalmayıp bir de gidip çikolata aldım sana göre otak bana göre otağ olan ve gerçekte de otağ geçen o kıl çadır çakması kantinden. Hava soğuktu falan geçiyorum buraları -ki sıcak da olsa fark etmezdi, daha içeri girmeden, kapıyı açar açmaz Fedon’la kulak kulağa geldik. ‘Aşığınım, sana dokunamasam da’ diye feryat ediyor ve bana bu anı, sana dokunamasam da aşığınım diye yanıp kandığım bu anı daha önce de yaşadığımı yaşatıyordu. Topladım tüm cesaretimi, girdim içeri, aldım çikolatayı ve çıktım. O an toplamak istedim tası tarağı ki bu tas tarak bir evreni kapsıyor; ne var ne yoksa her şeyi birbirine katıp yakıp kıyameti koparmak istedim… Hayır bunun tasla da tarakla da alakası yok ve inan bana Fedon’la hatta sana dokunamamamla bile alakası yok. Yoksa nerden daha aşık olacak Fedon, yoksa nerden daha mecnun olacak Mecnun!
Mecnuniyet… Böyle bir kelimeyi daha evvel hiç duymadım desem yeri ve zamanıdır. Çünkü zaman böyle bir şeydir. Şimdi buradan alır, ‘zamanın kıymetini bilelim’ türünden…
Dur kapı çaldı.
Dur geldin, kapat…
Ay şahit! Şu yıldızlı gece, şu ayaz şahit! Kara gece, sokak lambalarının cılız ışığı, şu kaldırımlar şahit! Şu bomboş, ıssız parklar; şu tenha kalabalıklar şahit! Şu saat, şu vakit, bak şu an şahit!
Zihnim, nefes almama mani oluyor! Kafam, kafamın içindeki seslerle başedemiyor! Ve vallahi, ve billahi şu gece şahit; gitmiyor, gözlerimden, gözlerin!
Duyduğum ses, sen!
Yürüdüğüm yol, içtiğim sigara, döktüğüm yaş, ettiğim duam sen!
Ağladığım duvar, mabedim… Sen!
Ve vallahi, ve billahi seni, beni, onu, bunu, her şeyi… Kainatı yaradan Rab şahit; gitmiyor, gözlerimden, gözlerin!
Öyle meşakkatli bir yol ki bu sevda,
Dursan durulmaz; gitsen varılmaz…
Geceler boyu kan çanağı gözlerle beklersin de sabahı,
Kabir olur o uyku, uyunmaz!
Dalar gözün uzaklara; göğe, aya, gökteki en parlak yıldıza,
Gözyaşın, sesi kısılıncaya dek figan eder de…
Gözlerine bakmak;
Oturup Nemrut’ta bir gün doğumunu seyretmektir…
Geceden sıyrılırken ufak ufak karanlıklar,
Aydınlığa kavuşurken uykusuzluklar,
Küllerinden doğan yeni güne, güneşe…
Umutla bakmaktır, gözlerine bakmak!
Sen benim nefes alınabilir alanımsın Zeynep.
Asma yüzünü, “ulan tuttu yakamı bırakmıyor” ye’sine kapılma. Nefret bile etmiyor oluşundaki bileyle seviyorum seni. Düşman bile olmayışındaki kusurlarımla, eksiKlerim-noksanlarım-hatlarım-pişmanlıklarımla, bir büyük harfin büyük büyük bağırdığı nefretindeki bileyle seviyorum seni. Üstelik bu hiç değişmeyecek. Ben ölsem, sen ölsen, tüm herkes ve her şey tuz buz olsa bile dünya döndükçE, var oldukça kimse ama kimse; “ulan şu dünyada benden daha fazla sevilen, benden daha fazla aşık olunan, benden daha büyük özlenen kİmse yoktur” diyenler bile… Kimse sevilmeyecek senin kadar, kimse sevmeyecek kimseyi; ben gibi…
Hiçbir şey istemiyorum senden; sen bilsen yeter… Kimseye; büyük harfle yazdığın özel isimler dahil kimseye lütfen bakma, bana baktığın gibi. Hani diyor ya “Kapat gözlerini, kimse görmesin… Yalnız benim için bak yeşil yeşil” diye… Ben bileyim yeter!
Sen benim nefes alabilecek alanımsın Zeynep. Kelimelerimin gözyaşlarına dönüştüğü, ardından şiirler yaktığım, sevdaa türküleri söylediğim özlemim, yüzüne bakmaya kıyamadığım anlarımsın. Anlamımsın benim. Beceremedim seni sevmeyi, yüzüme gözüme bulaştırdım eyvallah. Ama büyük sevdim! Sevgi bu değil desen de aşk bu değil desem de büyük sevdim! Hiç kimseyi sevmediğim, hiç kimsenin hiç kimseyi sevmediği-sevemeyeceği-sevmeyi tahayyül bile edemeyeceği kadar büyük sevdim. Bile sevdim, bile bile sevdim Zeynep. Vakit tamam, gün akşam oldu. Zaten olacaktı! Yanında geçirdiğim anların geçmemesi, bitip tükenmemesi için avazım çıktığınca gözyaşı döktüğüm bu lanet vakit yine akşam oldu. Sen benim güzel gözlü; sen benim yeşil gözlü, sen benim Cennet gözlü sevdaamsın Zeynep. Adın hep büyük harfle; saygı hürmet minnet ve aşkla… Sevdaayla! Hoşçakal Zeynep.
24.04.’24 (kesme işareti yılın başına atılır)
Hiç solmasın gönlünüzün maviliği
ruhunuzun güzelliği
dağısın kara bulutlarınız
çoğalsın mutluluklarınız
NOT: Size arkadaşlık isteği yolladım. İsteğimi kabul ederseniz sevinirim.