Dışarıdan gelen rüzgar sesine kulak kesildi… Hava buz gibiydi, oda buz gibiydi, o da buz gibiydi ama tüm pencerelerini açtı odanın. Bir sigara yaktı. Açtığı pencerelerin birinin dibinde çömelerek dinlemeye koyuldu rüzgarın uğultusunu. Rüzgar; sanki ona bir şeyler anlatıyordu, bir şiir okuyor, belki bir şarkı söylüyordu. Gecenin karanlığının, karanlığın sessizliğinin habercisiydi belki de… Rüzgarın, yağmurun, kuşların, cama vuran yansımaların hatta dökülen her bir yaprağın bile kendince bir dili vardı uzun zamandır. Somut olan her şey zahiri anlamlarından soyutlanınca birer imgeye dönüşüyor ve o imgeler herkes için ayrı ayrı batıni manalar ihtiva ediyordu.
Esen rüzgar iklimle, bitki örtüsüyle, mevsimle açıklanabilse de o rüzgarın anlattıkları herkes için ayrı bir lisanda dile geliyordu. Kuşlar uçuyordu, yapraklar dökülüyordu… Sonbaharla birlikte yere düşen yaprakların ekolojik sistemin gereğini yerine getirmekle yetinmeyip bir de şiirlere, şarkılara ilham olması bilimle nasıl açıklanabilir? Yağmur; ayakkabısı yırtık bir çocuğun yürüyerek gittiği okul yoluna düştüğü kadar insafsız mı, bir şemsiye altında iki beden yürüyenleri ıslatırken? Gökyüzü mesela… Gökyüzüne bakmak; özgürlük mü esaret mi? Gökteki en parlak yıldıza her bakan, ona farklı isimler koymuyor mu? Cinsiyeti, dili, ırkı, yaşı birbirinden farklı milyarlarca göz, o yıldızla sohbet etmiyor mu en azından bir defa?
İnsanın, içinde bulunduğu şeraite göre bazen gülüp geçtiği herhangi bir şeye bazen günlerce gözyaşı dökmesi anatomik bir izahla açıklanabilir mi? Aslında var olmayan bir şeyi var farz edip, bu varlıktan yola çıkarak var olduğunu ispatlamak sadece matematiğe mi mahsustur? Olmayana ergi, kimi zaman olana ergi olarak yok saydırmıyor mu varlığı. Yok olanı inkar; bir yoktan var etme çabasıyken var olanı inkar nasıl bir ızdıraptır?
Bir şeyler vardı, içini kemiren, olmaması gereken bir şeyler vardı içinde.
Bu hikaye de böyle yarım kalsın.
Bi yolu olmalı sevdanın;
Uzayıp giden karanlık geceler boyunca,
Duvarlarda hayalini görüp mahpus olunca
Bi yolu olmalı insanın,
Kazananı olma kaybettiği davanın!
İnsan bu;
yalan da söylemeliymiş bazen...
zıddına olsa bile; kuralların, kanunların
Öğrendim, sende öğrendim,
sana söyledim yalanlarımı...
"Sevmiyorum" derken yalandı, yalandım!
Yılgın bir sonbahar sabahı gibi içim,
Akşamdan kalma ve biraz anason kokusu...
Pencereden süzülen ışığa gözlerim kamaşarak...
ve acı çekerek bakmak gibi...
yokluğunun korkusu!
Dilimde temaşadan kalan,
Zaman… Neden durmuyor sana sarıldığımda?
Elin elimdeyken mesela, neden kopmaz ki kıyamet!
Yer ve gök birleşse, kalsak dünyanın enkazında,
Ne ayrılığın kalsa artık ne yokluğun ne de hasret!
Elin elimdeyken, başını yasladığın omuzumda,
Pinhan bir sevdanın cezası ki… Müebbet!
Bir Ekim akşamüstü ayazı,
Gün batmamış henüz,
Henüz laciverte bürümemiş gök; yüzünü.
Alacakaranlığın alacası…
Kandilleri yandı ufuktaki minarenin,
Balkonuna turuncu düştü,
Bir ressam olsam örneğin,
Sanat tarihinde, mühim bir yer tutsam…
Adıma ödül törenleri düzenlese sanatseverler,
Sanat galerilerine adım verilse,
Müzayedede en yüksek bedelle satışa çıksa hayallerim…
Çizdiğim değil, çizebildiğim değil…
Yumup da gözlerimi bir gece vakti, kör bir karanlığa,
Dalıp gitmek istediğim rüyalarda,
Dalıp gitmek istediğim hayal, sensin…
Açınca gözümü, sabahın ilk ışığında,
Güneş diye gördüğüm, gün yüzüm sensin…
Sana şiir yok bu gece…
Özlemden ziyade hüzünsün.
Yürek acısı,
Sızı!
Yok sana şiir, bu gece.
Yoksun.
Yarım kalan şiir var aramızda, sevdaa gibi,
Bir sır var aramızda, öyle bir sır ki yalnızca sen biliyorsun!
Sırrı sana veren bile bilmiyor, bilmiyorum!
Böylesi büyük, böylesi derin, böylesi acı bir sır var da;
Ve yok aramızda!
Hiç solmasın gönlünüzün maviliği
ruhunuzun güzelliği
dağısın kara bulutlarınız
çoğalsın mutluluklarınız
NOT: Size arkadaşlık isteği yolladım. İsteğimi kabul ederseniz sevinirim.