İbrahim Sadri’nin ‘Ben seni hiç sevmedim ki’ şiirinin, ‘bizim cenahı’ kasıp kavurduğu; kitapların artık raflarda –süs eşyası gibi meskûn olmaya başladığı ve artık şiirlerin de -tıpkı bir zamanlar plakları terk eden, şarkılar gibi kasetlere okunmaya başladığı zamanlardı. ‘Adam Gibi’ bir albümdü; kaç defa dinledim hatırlamıyorum ama bir yerden sonra Sadri’yle birlikte hatta O’nun yazdığı şiirleri O’ndan daha fazla ağlayarak okuduğumu bugün bile yutkunarak hatırlıyorum.
Sonra Yılmaz Erdoğan çıkageldi. Daha doğrusu Yılmaz Erdoğan diye bir herif, daha evvelden tanıdığım Mükremin Abi’nin sesiyle, kelimeleriyle, kafiyesiz olsa da ahenkli cümleleriyle bir şeyler anlatmaya başladı bütün bir memlekette; ben Sadri’nin ‘Memleket Havaları’nı Sadri’den daha çok ağlayarak okurken. ‘Kayıp Kentin Yakışıklısı’nı çocuk aklımla(!) ‘Kentin Kayıp Yakışıklısı’ diye çevirmiş; şimdi gitsem daha dün gibi hatırlayacağım o sokaklarda nasıl da kendimi aramıştım… Sorsan o zamanlar kent ne ki; kentin, köyün hatta mübalağa olmasın tüm dünyanın yakışıklısı benim. Sonra tabii bulamadım. (Ben değilmişim o yakışıklı, amcasıymış.)
“Dokuzunda kayboldu Mayıs’ın,
Cesedi bulundu onikisinde…”
…
İlk cep telefonumun markası Alcatell diye bir şeydi; antenli, kapaklı ve cüssesine bakılırsa evrenin tüm sırlarını taşıyor gibi görünen, oysa ‘Alo’ demekten başka bir işe yaramayan koskoca bir şeytan icadı. Sonra Nokia furyası herkes gibi beni de vurdu; ikişer ikişer okunan rakamlardan mütevellit bir sürü model: otuziki10, otuzüç10, elliiki10, seksenüç10 ve diğer irili ufaklı, onlu ve çift sıfırlı, renkli renkli telefonlar… Sonrasını biliyorsun işte; kara trenler, çufçuflar ve ‘Unuttun mu beni’ler…
Sen benim on dört yaşımsın.
Çocuk kimine göre, kimine göre hayli büyük...
Sorsan, kimse bilmez hikayemi,
Anlatsan, kimse anlamaz...
Anlamayacakları gibi, seni!
Ne o telefon çalacak, ne bir gün bana gel diyeceksin… İki yanımdan akıp giden ömür misali yanımdan bakıp geçeceksin. Ben, orada burada şurada, öylece seni bekleyecek ve hasıl olan maksatla teselli bulacağım. Durmak şöyle dursun bir an bile duraksamadan geçip gideceksin… Zaman dursun isterken ben; sen bir ömür gibi akıp gideceksin yanımdan. Maksat… Hasıl olacak!
Velhasıl ne o telefon çalacak ne de bana bir gün gel diyeceksin. Ben her gece her gece, gecenin karanlık ve izbesinde kaybolacağım. Sessiz… Sedasız… Manasız.
O telefon hiç çalmayacak. Asla gel demeyecek bana sesin. Takvim değişecek, asır değişecek, bin yıl geçecek belki üzerimizden ama ne o telefon çalacak ne de bana gel diyeceksin.
“Yapmazdı, beni böyle kendi başıma bırakıp, ne halin varsa gör dercesine, adımlarını, bakışlarını, yolunu çevirmezdi. Beni düşündüğü için mi böyle yaptı. Yok, öyle olsa, ne olursa olsun, 7 kere de olsa düşünür bir yolunu bulurdu. Bulurdu beni. Zeynep'e söyle beni engellesin diye haber göndermez, zaten sesimi çıkartmayacağımı bilirdi. Hem ne demeye kırdı kalbimi de, ‘çok mu kıymete bindi, baksın işine gücüne’ diye haber gönderdi? Bilmiyor ki kimsenin kıymete bindiği yok, ben hala salak salak her şeyi düzeltmeye kalkışıyorum sadece. ‘Söyle ona elimden ne geliyorsa, üstüme ne düşüyorsa yapmaya hazırım’ dedim ben. Oysa o, yolunu değiştirip, bilmediğim, anlamadığım, tanıyamadığım bir insana dönmüştü. Böyle yapmazdı. Bana bu kadar aşağılıkça davranmazdı. Demek ki öyle biri yoktu. Tüm bunlar, benim kafamda yaşattığım kişiyle ilgili beklentilerdi. Yerlerde sürünmenin anlamı yoktu. Bana bu saygısızlığı ancak o yapabilirdi ve o yaptı. Kendime saygısızlık yapmayacaktım. Ben bekledim, gelmedi. Beklediğim şey tüm bunları olanları, olmayanları, bundan sonra olması gerekenleri, konuşulanları, konuşulmayanları, başına gelenleri ‘en iyi arkadaş’lara yakışır şekilde dinleyip son kez minnet duyabilmek içindi. Değil miymişim en iyi arkadaşı? Bir yolunu bulurdu.. bulmadı. Beni düşündüğünden değil, kendini düşündüğünden yaraladı beni. Ben de artık onun dediği gibi işime ve gücüme bakmalıydım. Mutlu olsun diye haber göndermişti. Hoşça kalsın demiş bir de. Hoşça kalacaktım. Bekledim, yüzüme de söyler belki diye, magazine lüzum görmedi. Bir dal incecik papatyaya bir ömürlük şiirler sığdıran adam, onları atmamı, benim atamayacağımı bildiği için de benden aldırıp yakılmalarını uygun gördü. Magazinlermiş. Bilmiyordum. Öğrendim. Bir gece saat 3 sularında ağlayarak uyandığımda fark ettim. Öyle biri yoktu. O, benim öyle görmek istediğim, bana öğrettikleriyle hatırlamak istediğim biriydi. Ama yoktu. Hayaldi. Beklediğimde, yoktu. Beklerken, olmayacaktım.”
Zeynep…
“Çok çabaladım bari arkadaşlığımız kalsın diye” demiştin ya, gerçekten çok uğraştım bari adın, bari gözlerin, bari bir selamın bir öerhaban kalsın diye… İstemedin.
İnan bana, anladım. Sende zerrece bir değerimin kalmadığını, zerrece bir kıymetimin olmadığını etimle kemiğimle anladım. Senden hiçbir şey istemiyorum demiştim, istemedim de. Bir sesini, bir selamıni, bir merhabanı; “olsun be, sen beni görmesen de bari ben seni görebileyim” dedim. Anlamadın! Dinlemedin ki anlayasın. İstemedin ki dinleyesin. Zeynep! Sevmedin ki isteyesin…
…
İnan bana çok uğraştım. Olsun dedim, olur dedim, kızgın dedim, kırgın dedim, aşk dedim, sevdaa dedim, cennet dedim, elbet dedim, bari dedim, ömür dedim, ölüm dedim… Zeynep dedim, Zeyneeeeeeeeeep dedim, Ah be Zeynep dedim… Ne dedim, ne yaptım ne ettimse duymadın, görmedin, anlamadın ve hatta dinlemedin. Sevmedin be Zeynep, sen beni sevmedin. Sancıların, sanrıların, zannetmelerin ve sanmaların elbette oldu ama sen bana aşık olmadın Zeynep. Bunu etimle kemiğimle anladım.
Olsun… Ben seni sevdim! Ki ne sevdim… Hiç kimsenin sevmediği, sevmeyeceği-sevemeyeceği kadar büyük sevdim. Olaun, ben seni sevdim Zeynep.
“Hoş geldin” dedi adam; oturduğu bankın arkasından yanaşıp sol eliyle sağ omuzuna “hoş geldin de” der gibi dokunan kadına… “Hoş buldum” der gibi gözlerini yumdu kadın, bir şey söylemedi. Oturmaz mısın?” dedi adam; kadın, yine bir şey söylemedi. İçinden, “Oturmaz olur muyum hiç” diye geçirmiş olacak ki yanına oturdu adamın… Bir süre ikisi de hiçbir şey söylemeden yan yana oturdular.
Tirilye’nin iki-üç katlı, cumbalı ahşap evlerle örülü, denize çıkan dar sokaklarında denizden insanın yüzüne esen akşam rüzgarlarını andıran bir rüzgar esti. Baktıkları yerde hatta baktıkları yönde deniz yoktu ama esen rüzgarla gelen deniz kokusunu iyice içine çekip, “Çok beklettim mi?” diye sordu kadın… Masanın üstündeki kül tabağına baktı adam; yanan ve yarıyı geçmiş sigarasının haricinde dört de izmarit vardı kül tabağında. “Hayır” dedi adam, “Çok bekletmedin…”
“Az iç şu zıkkımı” derken, çok beklettiğini anlamıştı kadın. Deniz olmayan, varsa da görünmeyen fakat esen rüzgarla deniz kokusu gelen yöne doğru bakarak bir müddet daha sustular.
Günün bu saatlerinde genellikle panayır yeri gibi kalabalık olan çocuk parkında yine çocuk sesleri birbirine karışmıştı; gülenler, ağlayanlar, koşanlar, düşenler… Oturdukları bankın arkasına düşen bu hengamenin aksine baktıkları yöne doğru tam da bir Temmuz akşamüstüne yakışır halde derin bir dinginlik ve sessizlik hakimdi. Sanki geceyle gündüzü, yaşamla ölümü ayıran bir çizgi üzerine kurulmuştu oturdukları bank. Kendi nefes alışverişlerini duyabilecek kadar sessizdi dünya, onca sesin arasında. O kadar sessizdi ki konuşamadıklarını, sustuklarını ve hatta düşüncelerini bile duyabiliyorlardı birbirlerinin… “Ne düşünüyorsun?” dedi kadın… Adam henüz “seni” bile demeden duymuştu kendisini düşündüğünü. Ki zaten o da adamı düşünüyordu…
…
“Elini tutabilir miyim” dedi adam; kadın bir cevap vermeden elini tuttu. Zaten cevap vermesine gerek yoktu, bunun bir soru cümlesi olmadığı her halinden belliydi… Kadının sol elini sağ avuç içinde, kaybetmekten endişe eder gibi sımsıkı tuttu adam; “kahve içer misin?” diye sordu… “Ortanın bir tık üstünde şekerli” dedi kadın, içerim demek yerine…
El ayak çekildi. Çalışanlar, öğrenciler, havalandırma sesleri, koridorlardaki fotoselli ışıklar, şamatalar, yetişmesi gereken işler, yazılar, çiziler ve diğer her ne varsa; tekmili birden, sanki sözleşmişçesine, büyük bir heyecan ve mutlulukla yol alıp gittiler bir anda. Bugün Cumaydı ve bitti. Uzun bir aradan sonra uzun bir tatilin başlangıcı oldu, gülen yüzlerle paydos eden pek çokları için.
Ben…
Yine…
Bir akşamüstü…
Paydos saatinin gelmesini dört gözle bekleyenler gibi -fakat paydos etmek için değil, el ayak çekilsin de bir sigara yakıp, karşımda bomboş duran boş duvardaki hayalinle dertleşebileyim diye, paydos saatinin gelmesini dört gözle bekledim. Bugün Cumaydı ve bitti. Henüz akşam olmasa da eli kulağında, üç sigaraya kadar gelir çatar.
El ayak çekildi. Her şey ve herkes, o kadar ki sabahtan bu yana durmaksızın gelen her tren sesinde kalbim duracakmış gibi büyük bir heyecanla elime aldığım, giden her kara trenin ardından el salladığım telefonum bile sustu. Bir sigara yaktım. Gözlerimi karşımda bomboş duran duvara diktim. Hüngür hüngür ağladım desem mübalağa etmiş olurum ama gözlerimin yaşarmasına -ne yaptım ne ettimse engel olamadım. Pencereden dışarı çevirdim dolan gözlerimi, “hava almaya çıkacağım zaten, geçerken görürüm” dediğin ağacın yeni filizlenen yapraklarıyla bakıştık bir süre. Hikâyesi olan bir ızdırapla yumdum gözlerimi. Oysa hikâyesi dilimden dökülmüştü, gözlerimi yummanın bir faydası yoktu. Hüngür hüngür ağladım desem mübalağa etmiş olurum ama ağladım.
Yanımdasın...
Hemen yanı başımda, bir kol boyu mesafede.
Payımıza susmak düşmüş.
Susmak.
Dilimiz uymuş kanuna nizama,
İnsanların sabah asık suratla geldikleri iş yerlerinden yine asık suratla eve döndükleri saatleri seviyordu. El ayak çekiliyordu. Vakte çöken sessizlik bir taziye evi suskunluğuyla karşılıyordu yaklaşan karanlığı. Konuşamadıklarını yazarmış insan, konuşamadıklarını yazıyordu bu saatlerde. Derdini dinleyecek kimsesi yoktu, derdini anlatacağı kimsesi de kalmamıştı. Eline bir kalem geçtiği vakitlerde kağıtlara anlatıyordu derdini. Alışkındı buna ama bu defa kağıda kalemin ne anlatacağını da bilmiyordu. Sanki zaman durmuştu. Akreple yelkovan aralarındaki anlamsız yarışa son vermiş, belleği de benliği gibi yerle yeksan olmuştu. Yazmak istemedi ilk başta, yazmak için tam ikna olmuştu ki ne yazacağını hatırlayamadı bu defa da…
“Ne yazsam, nereden başlasam da içimdeki yangını söndürsem? diye düşündü uzunca süre.
Dışarda yağan yağmurun sesini dinledi bir ara. Bir sigara daha yaktı. Gözlerindeki yanmayı, günlerdir uyumamış olmasına bağladı. Oysa ağlıyordu. Kainata ve mahlukata can veren su, onun gözlerinde damla damla ateş olmuştu. İçindeki yangına dayanamayan, sönerim umuduyla ve canhıraş şekilde kendini dışarı atan ateş parçalarıydı, gözyaşları… O’nun kimseye anlatamadıkları, kalemin kağıda yazamadıkları dile geldi o ağlarken. Yaşadığı hüzün bedenini kuşatmakla yetinmemiş ruhunu da tepeden tırnağa esir almıştı. Dinleyeni olmayan insan yalnız kalır. Yapayalnız kalmıştı. Hüzün kodesinde esir olan ruhu dışında artık kimsesi kalmamıştı. Dinleyeni yoktu, anlatacağı bir şey de yoktu. Yağan yağmurun sesini dinledi, ağladı. Yağmur bir ara durur gibi oldu ama gözyaşları hiç durmadı.
Her insanın, hatta ölümden ölümüne korkanların bile yaşamaktansa ölmek için can atacağı bir yalnızlıktı yaşadığı. İnsan, bazen de böyle olur, ölmek ister. Ama intihar, sanılanın aksine, en güçlü iradelerin alabileceği bir karar; verebileceği bir emirdir. İnsanın en güçlü yanı ölünce, en güçsüz yanı alır kendi canını. Ne ölecek kadar güçlüydü ne de yaşayacak kadar temiz. Kaybettikleri geldi aklına, kendi eliyle kendi anılarından sildikleri. Yağmur yağıyordu. Hava artık iyiden iyiye kararmıştı. Yalnızdı. Ağlıyordu...
İnsan yürüdükçe kendine varır. Topraktan gelip yine toprağa gitmek bu yüzdendir. Kimse yarı yolda bırakmaz kendini, mutlak surette ölür ve kendine kavuşur. Aynı anda pek çok cinayete karışmış, tek bedende birden fazla kişiyi öldürmüştü. Eline; en sevdiği dostunun, en gizli sırdaşının, en büyük sevdasının, mazinin ve muzarinin kanı bulaşmıştı. Kendinden gelip yine kendine gittiği bu yolda, kendi canını aldığı yetmiyormuş gibi bir de onlarcasının katili olmuştu. Pişmanlık, bir çöl engereği zehri gibi dünyasını istila etmiş ve bedeniyle birlikte ruhunu da esir almıştı. Sanki yer yarılmış, herkes ve her şey yerin dibine batmış da koca dünyada bir tek kendisi kalmış gibi yalnızdı. Toprağa düşen her bir yağmur damlası acı, keder, hüzün çiçeklerini yeşertiyor, çektiği ızdırap içine sığamayıp gözlerinden akıyordu. Yağmur yağmaya devam etti, o ağladı, kimse duymadı…
“Bin parçayım hasretinle!” dediği mısradayım şairin,
Bin parçaya bölünmüşüm, her parçam ayrı meşgalede…
“Parçalandım. Ve her bir parçamı ayrı yere bıraktım,”
Belki, bir köşe başında seni görürüm diye!
Ne o “tanıdık vişne ağacının altındaki” benden geldi selamın,
Zihnimde yitik mevsimler, kayıp takvimler
Eylül mü desem Ekim mi… nedir beklediğim?
Yarım kalan umutlar, yazılmamış sözcükler…
Nefesime nefes diye eklediğim…
Ellerin yok artık; gözlerin, sözlerin, suretin...
Pranga diye eskitip; hasret diye çektiğim!
Hiç solmasın gönlünüzün maviliği
ruhunuzun güzelliği
dağısın kara bulutlarınız
çoğalsın mutluluklarınız
NOT: Size arkadaşlık isteği yolladım. İsteğimi kabul ederseniz sevinirim.