İlk defa gittiğin bir şehirde,
sabahın erken saatlerinde terminalde bekleyen
hiç tanımadığın binlerce insanın
hep bir ağızdan senin adını söylediğini düşün…
Tezahürat gibi, marş gibi her dilde senin adın!
İçimde bir kalabalık var, binlerce sesten oluşan,
Sen,
İsimsiz bir hikayesin, evvel zaman içinde…
Adın geçmiyor hiçbir yerinde,
Öznesi sen olan, devrik cümlelerin!
Ne kurt kuzuyu kapıyor; ne adın geçiyor…
Her harfi sen olan isimsiz hikayede…
Bir elimde sönmeye yüz tutmuş sigaram can çekişirken,
Diğer elimde bekliyor kalem, masada sırtüstü yatmış kağıtla buluşmak için.
Biraz gergin…
Biraz Kasım ayazı gibi ve biraz da mütereddit…
Duraksıyor tam bir şeyler dökülecekken dilinden,
Kalem, kalemken korkuyor vuslat masalı yazmaya da…
Anlatır mısın biraz, nasıl bir şey sevilmek?
Hani gelip duruyorsun bazı akşamlarda tam karşımda,
“Anlat ulan!” diyorsun da ben başlıyorum anlatmaya…
Seni sevmenin ne de güzel, ne de mukaddes olduğunu.
Dinliyorsun sen de gözlerimin içine bakarak.
Ve bağlayarak kollarını,
Sen benim yazdığım en güzel şiir,
sokaklarında kaybolduğum şehirsin.
Sen benim inandığım, kandığım,
Gitsem de gidemeyip kaldığımsın.
Sen benim uykusuz gecelerim,
Söylenmemiş hecelerimsin...
Kelimeler, benim ezelden sevgilim…
Hep gelir bulurlardı beni, bir sokak lambası altında titrerken,
Yahut kederliyken; hüzünlü, neşeli, keyifliyken bazen!
Dilimin ucuna gelip de söyleyemediklerimi,
Kelimeler söylerdi bir kâğıda, bir kalemin dilinden.
Bir ben bilirdim o dili, bir de kalem… Başka herkese yabancı bir lügatti.
Kelimeler… Anladığımız, bize öğretilen anlamlarının zıddı olsaydı mesela… Kış dediğinde örneğin; kış dediğinde yaz olsaydı… Veya siyah dediğinde beyaz gelseydi aklımıza. Hayat dediğinde ölüm, gündüz dediğinde kapkara geceler gelseydi aklımıza. Her şey ve herkes zıddı ile kaim olsa; hasret yine kavuşmuyor vuslatına! Hasret diyorum, adın geliyor zıddına. Yok ulan işte gelmiyor vuslatın…
Pencereye sırtımı dönüp, rüzgardan savrulan perdelerin tıngırtılarına kulaklarımı kapatıp, bir sigara daha yakıp, sana geldim yine… Her ne kadar kulaklarımı kapatıp duymamak için gayret etsem de duyuyorum! Perdelerin tıngırtılarına kulak kesiliyorum sonra… Sıradan, alelade bir ses değil bu; hatta tıngırtı bile değil! Feryat ediyorlar adeta, bir yardım çığlığı gibi… Hani bazen, böyle darda kalırsın ya rüyanda; yardım istersin, çığlık atarsın da kimse duymaz. Kimse duymadıkça daha çok bağırırsın ama o kimse, kimse artık duyulmaz! Aynı o haldeyim, perde feryat ediyor ben duymuyorum. Ben duymadıkça daha da hırçınlaşıyor; duyulmamanın verdiği hiddetle daha çok bağırıyor, ben yine duymuyorum! Perdenin arasında kalan saç telinle selamın geldi; onu haber veriyorlar… Ben seninle dertleşiyorum…
Kelimeler diyorum, ne kadar da acımasızlar… Yahut bize mi tüm gaddarlıkları? Neden hiç semtimize uğramıyor “mutluluk!”… neden bize küsmüş gibi selamı sabahı kesmiş ki “neşe?” Varsa yoksa dert, varsa yoksa hasret, keder! Al işte şurada; 79 adım ötemdesin… Dünyanın en uzun yolu oluyor, iki adım mesafe!
Ben sana koşuyorum, sen bana koşuyorsun… Tıpkı biraz önceki rüyada yana yakıla edilen feryatların duyulmadığı gibi; koşuyoruz, durmaksızın, yana yakıla koşuyoruz ama kavuşamıyoruz… Ben gördüğüm bütün çiçekleri sırf sana benziyorlar diye sana topluyorum; sen uzayıp giden yollarda boynu bükük ay çiçeklerine bakarak kendi kendine benimle konuşuyorsun… Yollar uzayıp gidiyor, çiçeklerin boynu bükülüyor, kışlar geçiyor, baharlar geçiyor… Biz kavuşamıyoruz!
Böyle kaotik bir ortam var işte; her şey kural dışı! Sıkıyönetim ilan edilmiş resmen; sadece bazı şeylere, bazı şekilde ve bazı zamanlarda izin veriyorlar!
Sabah sizin ballı kaymaklı kahvaltınızla başlayan, daha sonra benim içsel sorunlarım ve iş yoğunluğumla devam eden, ikimizin de münferit sıkıntılarla boğuşmamıza vesile olduğunu bildiğim bu gün; dünden söylediğim “yarın içeriz” cümlesini boşa çıkardı. Senin yürüyüşünden, suratından, elinden kolundan, yüzünden okuyabildiğim (maalesef ki!) ruh halin, bugün ikimize de iyi gelmeyecek. Mesele bugün de değil üstelik. Ne dünkü ani çıkışınla, ne bundan sonra başıma gelmesi muhtemel diğer ani çıkışlarınla baş edebilecek ruhsal ve fiziksel gücümü toplamaya çalışacağım. Bu satırları yazarken bile “geçme duvarımdan bu tarafa” cümleni göze alarak yazıyorum. Belki de hiç yazmamalıydım. Belki de aynı bu satırlarda oldugu gibi “yarın içeriz” cümlesinin açıklamasını yapmalıydım. Belki hiç göndermemeliydim , belki taslaklara kaydetmeliydim bu metni. Hiçbir fikrim ve öngörüm yok. Niyetim senin hangi sebeple olacağını kestiremedigim inişli çıkışlı ruh halini gözetmek değil; ben sadece, ‘bir daha olmayacak söz veriyorum’ dediğin şeylerin her an başıma gelme ihtimalini göz ardı etmiyorum. Dün ve bugün gözlerinden okudum. Allah kahretsin ki bir ‘duygu okumam’ eksikti. Karşına çıkmayacağım. Ne sen sinirlerini yıprat ne ben. Duvarsa ikimizin de duvarı var. Bazı şeyleri kabullenmenin zamanı geldi ikimiz için de. Acı. Bu bir kendime nottur.
Hoşçakal.
Dahi anlamındaki -ki mi ayrı yazılıyordu yoksa -ki’den ‘dahi’ anlamı hiç mi çıkmıyordu? Madem ki derken ki -ki hangisi oluyordu? Bu ve buna benzer çok sayıda sorunun yanı sıra soruların neredeyse tamamına vereceğim -ama mantıklı ama mantıksız, cevaplarım var. Kelimelere boğulmak istiyorum. Ki zaten boğazımda boğum boğum olan kelimeler beni boğmaktan başka bir işe de yaramıyor. Zaten, ne bir işe yarıyor ki şu dünyada? Zaman örneğin; zaman yarıyor mu bir işe? Yahut gece karanlığı, gün aydınlığı, takvimler, mevsimler ve mavi denizler! Hangisi yarıyor ki hangi işe?
Şu… Balkonun dibinde öten Ağustos Böceğinin haberi mi yok Eylül’den? İsmin ‘den’ hali mi bu karanlık? Edatlar, zamirler, zarflar ve mektuplar… Ne kadar da bahtsızlar!
Saatli Maarif takvimi var bir de; saat, maarif ve takvim. İmla kuralları, estetik kaygılar ve kafiyeler. Kafiyeden daha mühiminin redif olduğunu öğrendiğimde henüz kafiyeler kifayetsiz kalmamıştı güzelliğini teşbihe. Ki yoktun, ki bilmiyordum, ki bulmamıştım henüz seni… Bulup da kaybetmemiştim derin bir geç kalmışlık sancısı içerisinde ve hunharca!
Bir çift göze meftun olmamış, Cennetin Firdevs katında yanmamıştım Cehennem ateşleriyle. Ne işe yarıyor ki sırat; mahşer, kıyamet yahut sur, ne işe yarıyorlar? Kısa çöp uzun çöpten hakkını alır derler -ki bence de alır, almalı, alsın da zaten! Alsın ki alayım hakkıma düşen payemi! Sahi; hasretin, sevdaandan hakkıma düşen paye mi? Şu, bulutun ardına gizlenmiş dolunay ne işe yarıyor ki gecenin bu vaktinde ve bu karanlık gökte.
Bilmem kaç milyar yıldır dönen -ki bundan bir kaç bin yıl öncesine kadar döndüğü bile bilinmeyen bu dünya… bu evren, bu kainat ne işe yararlar, yaradan aşkına? Ağlama duvarı, Tanrı Dağı ve Ararat! Ağrı Dağı’nın Ağrı’da olmaması kaçıncı jeolojik dönemin orantısız mizahıdır bize? Hatırlıyorum; Van Gölü Canavarı diye bir saçmalıktı çocukluğumda ana haber bültenlerine düşen. ‘Gördüm, vallahi gördüm’ diye bağırıyordu biri, olabildiğince kötü aksamıyla! Aksamlar, lehçeler, lisanlar ve lügatler. Kelimeler ne işe yarıyorlar, kifayetsizken?
Yine güz, yine sonbahar ve yine sarı yapraklar. Dökülmüşler üstelik, daha dökülecekler. Sonra yağmurlar, sonra fırtına, sonra yine soğuk ve yine zemheri. Nasipte varsa kar da yağar. Ki yağmadı geçen yıl, yağması beklendikçe hava tahminlerinde. Nasipte yokmuş, nasip de yokmuş! Belki de açar bir gonca bahar, ardından bir karakışın. Ki her karanlığa bir şafak düşer adaletli bir sistemde. Ne işe yarar sistemler, ideolojiler ve ülküler.
Oturdum bir okul bahçesinde,
Bir Haziran sabahı;
Güneşli, sarımtırak ve sıcak…
Hafif bir sabah yeli,
Bir beste yemyeşil yaprakların dilinde;
Mazi…
Hiç solmasın gönlünüzün maviliği
ruhunuzun güzelliği
dağısın kara bulutlarınız
çoğalsın mutluluklarınız
NOT: Size arkadaşlık isteği yolladım. İsteğimi kabul ederseniz sevinirim.