Bir şey konuşmadık aslında;
Havadan sudan, hava durumundan…
Tunceli’nin neden Dersim olduğundan.
Boğazlar Meselesinden, Rönesans’a…
Depremlerden, bahar çiçeklerine…
Konuştuk da…
Zeynep;
Biliyor musun geçtim sevdaadan, aşktan, gözlerinden, gamzenden… Geçtim, boynunda görüp ben sandığım benden geçtim. Cennet bildiğim, bir tek benim gördüğüm gözlerinden geçtim.
Biliyor musun Zeynep geçtim ben her şeyden, en iyi arkadaştan bile geçtim. Bari bi ses ver, nerde olduğunu bilmediğim bir yerdesin ve bilmiyorsun bu yokluk beni milim milim çekiyor toprağa. Sen, sana, senin arkadaşlığından Allaha sığınıyorum diyene bile merhamet etmiş, selamını merhabanı esirgememiş, yine yüzüne bakmış yine muhabbet etmişken sana, sen sen diye ölen bana böyle davranman beni anbean öldürüyor. Geçtim arkadaşlığından da geçtim, bi insan olarak gör bari. Bi insan, sana muhtaç bi sesine muhtaç alelade sıradan herhangi bi insan olarak gör be kadın.
Nerdesin bari onu bileyim, nerde nasıl ne haldesin onu bileyim bari. Sorma sen nasılsın diye ona da razıyım! Tükeniyorum Zeynep, inan bana tükeniyorum. Sen darkında değilsin, görmüyor duymuyor işitmiyor oralı olmuyor yok sayıp yok ediyorsun ve farkında değilsin. Geçtim diyoeum sana geçtim, alkından da geçtim sevdaandan da. Özkan kadar bile mi yokum, sokaktaki köpek kadar mı yokum, herhangi bi insan kadar da mı kalmadım Zeynep. Nerdesin bari onu bileyim. Bana olan saygından yazmadığını söylüyorsun saygı bu mu Zeynep? Kendine olan saygından yazmadığını söylüyorsun saygı bu mu Zeynep?
Hiç mi düşmüyor aklına sen sen diye geberip yanıp kahrolan şu zavallı gönlüm? Hiç mi düşünmüyorsun ulan ne halde acaba diye? Bu ceza çok Zeynep, bu ceza fazla! Adalet bu değil ki, saygı sevgi anı hatır söz bu değil ki… Ne istiyorsun benden deme bana, bir şey istemiyorum. Bari diyorum, bari diye feryat edip bari diye can veriyorum ve sen bunun farkında bile değilsin Zeynep…
Sen bana ne yazarsan yaz, bela da okusan, herkes kendi acısına da desen, iyiyim de desen, bana bir daha yazma da desen… Ben ihtimallerle olasılıklar arasında, boğazım düğüm düğüm ve kalbim adeta avuçlarımda, can çekişerek bekliyorum senden gelecek bir sesi, bir sözü, bir şeyi…
İhtimal yazman. Bana bir şey yazman da tıpkı hiçbir şey yazmaman gibi bir ihtimal. Ve üstelik eşit. Ama işte, ne yazmış olursan ol bir şey yazma ihtimalin; benim nefes alma olasılığım oluveriyor. Tıpkı seni görememe ihtimaline rağmen kalkıp gelip orada, öylece seni bekleyip, seni görebilme ihtimalimin yaşama olasılığım olduğu gibi.
Hani bazen diyorum ya, aklımdan bir an bile çıkmıyorsun diye… İnan bana öyle. İnan bana bu, tam olarak böyle. Bir an bile çıkmıyorsun aklımdan. Bir şeyler yapıyorum, gidip hiç tanımadığım bir kahve köşesinde sen belki orada aklıma gelmezsin diye bir akşamüstü dinginliğine gömüyorum kendimi bazen. Hiç tanımadığım, adlarının Hüseyin ve Nizam olduğunu ancak muhabbetin sonuna gelince öğrenebildiğim iki yabancı gelip oturuyor masama. Oradan buradan derken buranın, üniversitenin ilk yıllarına varıyor mevzu. Ameleliğini yaptıklarını; tankerlerle su taşıdıklarını, o zamanlar sadece prefabrik binaların olduğunu, şimdi ne kadar da geliştiğini falan anlatıyorlar bana. Ben mevzunun orta yerinde kalıyorum. Prefabrik bina… Bir zamanlar orada, kalabalık bir şekilde çalıştığını ve bir zamanlar bana bunu anlattığın anı hatırlıyorum o zaman. Aklımdan bir an olsun çıkarsın umuduyla oturduğum yabancı bir kahveden, aklımda yine sana ait, yine sana dair irili ufaklı, önemli önemsiz, hayal meyal binlerce düşle kalkıp çıkıyorum.
Bir kitap alıyorum elime, birkaç satır arasında kendime şöyle güzel bir manzara bulayım, orada biraz dinleneyim, -belki bir sigara yakıp, senden biraz uzaklaşayım diye… Daha üç-beş satır okumadan bir cümle gelip dikiliyor karşıma: “Mesela, masanın kenarındaki ucu kırık mermer tütün tablasını belki yüz defa üstten, alttan, sağdan, soldan tetkik etmiş, elime alarak saatlerce kırık yerdeki ince damarları ve pürüzleri seyretmişimdir. O, bana artık kendi sesim kadar bildiktir.” diye saatlerce gözlerini, o Cennet gözlerini seyrettiğim vakitlere götürüyor beni. Düşün; senin olmadığın bir kitapta, adın geçmeyen bir cümlede, gözlerine bakmayan bir satırda, kırık bir mermer tütün tablasında üstelik içmediğim bir sigaranın tütmeyen dumanında bile sen düşüyorsun aklıma.
Ellerini avuçlarımın arasına alıp, başını omzuma yaslayıp, -sen penceremiz dedin diye dünyadaki diğer tüm pencerelerden farklı bir anlam ihtiva eden penceremizden, dışarıda (yalnızca şanslı olduğumuz vakitlerde) yağan yağmuru seyrettiğimiz anlar çıkmıyor aklımdan; hangi pencereye baksam.
Ağaçlar çiçek açıyor; baharın ilk yeşilinde düşüyor Cennet gözlerinin yeşili, gülünce çevresinde beş çizgi beliren gözlerime. Kedi geliyor üstelik, kedi! Serçelerden ümidimi kestiğimi anlamış olsa gerek, kedi geliyor, bana senden selam getiriyor bir sabah vakti. Güne aydınlık senle başlıyor, gün senle veda ediyor gündüze. Akşamüstü sen, akşam sen, gece sen oluyorsun. Uykusuz gecem, olmayan sabahım sen oluyorsun.
Faydasız;
Yanıp kavrulsam,
Bin defa ölüp dirilsem uğrunda, faydasız!
Demiş ya şair;
“Sen alışmışsın güneşli günlere,
Ben gecenin dördü beşiyim…”
Endamına da söyle; o da gitsin…
Çekilsin gözümün önünden, yere batsın!
Silinsin…
Mazimden, gönlümden, düşümden…
Gecemden ve gündüzümden.
Gelip karşımda dikilmesin,
Bu yazdıklarımı ne zaman okursun, okumaya vaktin olur mu, okumaz mısın veya okursan hangi vakitte okursun hiçbir fikrim yok. Bana kalsa bir akşam serininde tam da güneş batarken bir kayalıkta oturup, yüzünü denize dönmeni; gökle yerin buluştuğu, ayla güneşin yer değiştiği ufuk çizgisinden ben seni izlerken okumanı isterim. Ama bana kalmaz… Belki bu akşam belki yarın belki başka bir gün… Ne vakit okuyacağını bilmiyorum ama şu an bir Cuma gününün “öğle” mi “öğlen” mi olduğunun zerrece önemi olmayan öğle arasındayız… Geçmiyor, bitmiyor, gitmiyor…
“Git başımdan zaman!” diye şiirler yazdığım; seni özlediğim, ızdıraplar çektiğim, ölmek istediğim bir andayım ama zaman… Git başımdan dediğim halde gitmiyor… Bitmiyor… Geçmiyor!..
Duvarda; biri 9’a 5 kalayı, diğeri 1’i 24 geçeyi gösteren saatlerle kaçıncı defa karşılaşıyoruz hep aynı muhitte, bilmiyorum! Göz göze gelmeye çekiniyorum artık, zamanın geçmediğini bir kere daha görmeye tahammülüm kalmadı diye saatlerin yüzüne bakamıyorum! Yanındayken; “geçmesin ulan, biraz daha gamzesinde kalayım” diye bakamadığım saatlere yokluğunda “ulan yine geçmemiştir” korkusuyla, bakamıyorum! İkisi de karşımda; ikisi de hain birer düşman gibi pusulanmışlar karşımdaki duvarda, onlara bakmamı bekliyorlar… Ben bakamıyorum yüzlerine.
Bu yazdıklarımı hangi vakitte okursun, vaktin ne kadar dar olur okurken bilemiyorum… Yanındayken hep dar zaten, vakitlerimiz! İşte o tüm dar vakitlerin inadına, en geniş vakitleri yaşıyorum şu an… Yanında değilim, yanımda değilsin ve geçmiyor zaman; bitmiyor… Gitmiyor başımdan, hiçbir yere!
“Git başımdan Zaman!” diyorum tıpkı “Sen çekil yanımdan sevdiğim gelsin…! siyen şarkının sözleri gibi… Saatlere bakamıyorum, kaç asır sürdü bu öğle arası bilmiyorum! Ne zaman gidiyor başımdan, ne bitmek tükenmek biliyor hasretin, ne de sen geliyorsun!
Kaçıncı sigaramı yaktığımı saymadım bilerek… Üç mü, dört mü, yedi mi? Üstad’ın
Düşünüyorum…
Seni düşünüyorum!
Seni delirircesine,
Düşünmeyen bir akıllı olmaktansa;
Düşünen bir deli olmayı yeğlercesine…
Düşünüyorum!
Adın; gönül otağımdq bir muştu, bir kut.
İçimde bin intizâr, dilimde lâl bir sükût.
Sevdandır başımda, bir damlana muhtaç bulut.
Ben… Yine derdinde, yine derinindeyim.
…
Mevsimler değişir, takvimler eskir ve yaklaşır ecel.
Olsun;
Varlığın da yarım yamalaktı zaten, varsın yokluğun da var olsun… Sen bir şekilde, bir vesile ol da nasıl olursan ol! Nerede olursan ol, nasıl olursan ol, ne zaman olursan ol, kiminle olursan ol… Yanımda ol da; istersen yarım ol, istersen yârim ol.
Gözlerin;
Gözlüğünün üstünden bakan, baktıkça içimi acıtan, acıttıkça içimi açan, bahar getiren gözlerin… Ben bahar sevmem, gözlerin ömrümün son baharı benim… Güzün inadına yeşil gözlerin; hüznün inadına şen, vuslatın inadına hasret gözlerin. Bir bakışına, bir damla yaşına bir ömür heba edilesi gözlerin. İçine kendimi mahpus bıraktığım, ilk defa bir gözde kendimi gördüğüm; kördüğüm…
Sözlerin;
Çok zaman susan, çok zaman konuşmayan veya konuşamayan, “aaah bir konuşsa” neler anlatacak olan sözlerin… Duymayı en çok istediğim, “Allah’ım bu ne güzel ses” dediğim sesin sahibi sözlerin… Sensin sahibi! Sensin, sessiz sözlerinin sahibi!
Ağlayan sözler kalacak sende, gözlerimiz susunca...
Yaşamak denen bu hengamem bitecek, bir gün bitecek.
Öleceğim, rüyasını görerek vuslatımızın!
Öleceğim ve bu hasret bitecek.
Geride, keşkelere bezenmiş sevda sözleri bırakacağım sana...
Geride söylenmemiş sevda türküleri.
Hiç solmasın gönlünüzün maviliği
ruhunuzun güzelliği
dağısın kara bulutlarınız
çoğalsın mutluluklarınız
NOT: Size arkadaşlık isteği yolladım. İsteğimi kabul ederseniz sevinirim.