Sen bana, şiir yaz demedin.
Şiir gibi baktın yüzüme,
Şair ol dedin!
Önce kelimeler kifayetsiz kaldı;
Gözünde gördüğüm Cenneti tasvire…
Sonra birden, müzik sustu!
Saat, 14.12…
Saat 12’yi yirmi küsur geçe yazmaya başladığım mektubun henüz giriş cümlesini dahi kuramamışken neler neler anlattım sana bir bilsen…
Kiminde büyük ünlü uyumuna, kiminde öznesine-yüklemine tutulduğum onca kelimeyi gözümün yaşına bakmadan eskittim, paramparça ettim, yazdım, sildim…
Sebahattin Ali’nin “Dışarda mevsim baharmış, Gezip dolaşanlar varmış” dizeleriyle mi didişmedim, Sezen’in “Bir güler yüzün çok mu?” dediği yerde mi ölmedim, pencerenin önünde olabildiğince güzel sesleriyle cıvıl cıvıl öten serçelerle mi atışmadım… Neler oldu neler; bir sürü şey, hatta her şey oldu neredeyse ama ben bir giriş cümlesi bile bulamadım bu mektubuma.
Birbiri ardına sigara yakıp -kenarında dudak izin kalan, boş bir fincanla uzun uzun bakışıp, fallara küstüm biraz evvel. Dudak izi var diye sakladığım fincanda çıkmayan fal; ironinin böylesi…
Masadaki takvimle atıştık bir müddet. Ben “hadi ulan hadi, geç artık da bir gün daha eksilisin şu lanet ömürden!” diye serzenirken bu defa Ahmet Kaya girdi söze yine Sebahattin’den: “Geçmiyor günler, geçmiyor” diyerek…
Unutmak istiyordu her şeyi. Unutmanın, unutabilmiş olmanın getireceği bahar aydınlığı, yemyeşil kır manzarası ve bir ağaç gölgesinde kısık gözlerle ufukları seyre dalacağı huzur dolu vakti istiyordu. Yaşadıklarıyla, yani onu o yapan her şeyle olan çetin savaşı artık bitsin ve henüz yaşamadığı günlerin telaşesiyle boğuşmaya başlasın istiyordu. İstekleri esasen makul; pek çoklarının eriştiği- pek çoklarının erişmek için uğraştığı ve pek çoklarının ise erişmesi gerektiğini dahi bilmediği günlerdi… Unutmuş olmanın getireceği huzurlu günler.
Ne zamandı o vakit? Acaba hangi gün uyanacaktı uyuyabildiği bir gecenin sonunda, aydınlık bir sabaha? En son ne düşünecekti acaba, unutmadan hemen önce? Unuttuğunu ne zaman fark edecekti peki? Ne olacaktı yani; başının dayanılmaz ağrısı mı geçecekti, saçına düşen aklar yeniden siyaha mı dönecekti? Yıldızlar kendi aralarında anlaşıp gökteki en parlak yıldızı o’nun adını anmakla görevlendirmekten vaz mı geçeceklerdi? En parlak yıldız da mı susacaktı (üstelik) gece gündüz yanarken?
Bir anda mı gelecekti aklına; unuttuğu? Ne olacak, nasıl olacak ve ne zaman olacaktı?
Alışmak değildi istediği, alışmak; asla değildi! Alışamıyordu zira… Kabullenip havlu attığı her defada daha da büyük bir taarruzla saldırıyordu hatıraları. Alışmakla unutmak arasındaki kıldan ince-kılıçtan teskin ve fakat olabildiğine var olan farklılıklar acı veriyordu. Tam alıştım derken çıkagelen bir şiir mısrası, bir keman sesi, bir ay ışığı yahut bir gün doğumu her şeyi berbat etmekle kalmıyor, ruhunu alışmakla unutmak arasındaki o derin uçurumdan aşağı yuvarlıyordu. Bir kahve fincanında, bir şarap kadehinde yahut bir rakı bardağında hatıralarıyla rastlaşmaya alışmıştı lakin; her rast gelişte tekrar tekrar düşüyordu unutamamak cehenneminin kızgın ve öfkeli ateşine. Ne zaman dalmayacaktı gözleri ufuklara, bir gece yarısı karanlığında? Acaba kaçıncı kadehten sonra unutacaktı? Acaba kaçıncı kadehten sonra sızıp kalacak ve acaba o son rüyasında ne görecekti?
Nicedir gördüğü (rüya kadar saçma) rüyada hep ateşler içinde yanıyordu. Yanıyordu dediysem; yanan bedeni değildi… Ateşin bizzat kendisi olarak yanıyordu. Takvim ne zaman bilinmez ama sonbahar olsa gerek; kurumuş yapraklar, hafiften bulutlu bir gökyüzü ve ara sıra damlayan birkaç damla yağmur… Tam yağmur başladı diye sevinecekken bir anda elinde şemsiye beliriyor, yanmaya devam ediyordu. Ateşin bizzat kendisi, ateşin bizzat kendisini koruyordu; muhtaç olduğu yağmurdan… Yanıp kül olana kadar yanıyordu kendi kendine. Bir mum ışığı gibi hissediyordu kendini, mum ışığı kadar bile aydınlık olmayan bu rüyada. Yavaş yavaş eriyip gidiyordu… Bağırıp yardım istiyordu, imdat diyip aman dileniyordu ama sesi duyulmuyordu.
Tek kanadı kırık bir kuş gelip şemsiyenin altına sığınıyor; yağmurdan kaçarken (ne dolusu!) ateşe tutuluyor ve dertli dertli ötmeye başlıyordu…
Bir hikayem olsa kendimi anlattığım…
Kendimi, kendimden başlayarak herkese anlatabilsem.
Hece hece, harf harf yazabilsem kendimi kağıtlara.
İmladan yoksun, derin cümlelerle.
Doğumumla başlasa evrenin varlığı, ölümümle yok olsa,
Kapatınca gözümü gelip gözümün önünde beliriyor hayalin...
Açınca, bizzat sen oluyor gördüğüm her şey...
Aynada baktığım yüz sen oluyorsun mesela,
Yürüdüğüm yollarda denk geldiğim çiçekler...
Mevsimine göre renk alan çiçekler... Sen oluyorsun!
Renkler sen oluyorsun sonra...
Bu yazdıklarımı okurken pek çok yerde es verip, ffff diye hiddetlenip, “hee daha önce de çok söyledin” türünden kafa sallayıp, bir an önce bitse de işime gücüme baksam kafasına gireceğine eminim. Fakat yine de yazıyorum. Okuyacaklarını bir veda mektubu da sayabilirsin, gittikçe gidemeyen kaldıkça duramayan bir zavallı aşığın sana serenatı da. Ben gidiyorum, sen bunu serenat say.
Sana bugüne kadar duyduğum tüm hislerimi, heveslerimi, belkilerimi, elbetlerimi, olsunlarımı ve tüm bunların yanında tüm umutlarımı da alıp gidiyorum. Sen bunu seranat say.
İçimde düştüğün, aklıma düştüğün o ilk andan bu yana içimi kemiren-yakan, bedenime yaşama hevesi verirken ruhumu cayır cayır yakan, okuduğum bir satırda-dinlediğim herhangi bir şarkıda gözüme yaş olup konan sevdamı da alıp yanıma; gidiyorum. Sen bunu serenat say. “Bir daha kimse şiir yazma sen de” demiştin. Yazmam! Ben bu vakitten sonra gözümü kör, kulağımı sağır ve dilimi lâl edip, tüm kelimelerimi bu aşktan artakalan kederin derin çukuruna gömüp gidiyorum. Sen bunu serenat say.
Kendine; kendini bana merak ettirmeyecek kadar iyi bakmanı istiyorum. Sana olan öfkem-bana olan öfken, senden kendine iyi bakmanı istememe asla mani değil. İçimdeki bin fırtınadan, bin yangından, bin keder-bin ecelden ve bin yıllık özlemden geriye, mahşere kadar sürecek ve hiçbir zaman dinmeyecek bir özlem kalıyor… Ve ben gidiyorum. Sen bunu serenat say.
Giderken sende bir ben bırakamamış olmanın vehmi canımı yaksa da tepeden tırnağa bir sen ve tepeden tırnağa bir benden yaratılmış boşlukta nefes almaya çalışacağım. Ardımda sana senden ibaret olan bir sevdayı yadigar bırakarak; masamda manasını kimsenin bilmediği bir gazeteden gözlükleriyle bana bakan seni bırakarak gidiyorum. Sen bunu serenat say.
Önümüz bahar, sonrası yaz. Kısır bir döngü; ardışık ve düzenli. Sonbahar ve yine kış. Zemheri. Yine karlar yağacak elbet, yine turuncuya çalacak göğün laciverti. Yine bir yağmur yağacak ve yine bir yıldız gökteki diğer tüm yıldızlardan daha fazla parlayıp bana seni hatırlatacak. Bir deniz kenarında yine yüzüme vuracak hasretin, dalgaların rüzgarıyla! Belki bir daha yere düşen hiçbir çocuğun adı sen olmayacak-ben olmayacak ama elbet yine düşecek çocuklar yere; bir parkta koşarken. Hafızam silinse de hatırlamasam hiçbir şeyi, hatıraların hatırdan yoksun kaldığı bir maziye gömülmese ruhum ama ziyanı yok. Umutlarımla beraber hatıralarımı da aldım heybeme, ben gidiyorum. Sen serenat say bunu.
Bir manaya varmak için yürüyorum, koşar adım…
Sana yaklaştıkça sonlar, baştan başlatır beni.
Dikenli bir yol; yoldaş yok, sonu yok ve alabildiğine karanlık,
Yürüdükçe büyür sevdan, arşa taşlatır beni.
Cebimde eski bir fotoğraf, senden kalan son anı…
Sabahtan beri gelmesini beklediğim; gelmesini, dört gözle beklediğim vakitteyiz… Bu vakte kadar geçip gitmek bilmeyen zaman, sanki şu an koşar adım gidiyor. İhtimalim var çünkü, seni görmek ihtimalim olan anlarda bile sular seller gibi geçiyor zaman! Seni görme ihtimalim var şu an, sabahtan beri bu anın gelmesini bekliyorum ancak, lakin, fakat, malesef, ne yazık ki, lanet olsun ki, kahretsin ki, yere batsın ki, gün yüzü görmesin ki yüzünü göremiyorum!
Şu an gırtlağına yapışıp öldürmek istiyorum. Şu an, tam olarak şu an yer yıkılsın, gök yarılsın istiyorum!
Bence fazla uzadı bu hasret,
Son bulmalı artık; hemen, şu an, derhal, şimdi!
Güneş,
Tepelerin ardına gizlenirken utancından…
Utanmalı vuslat kendinden!
Gelip seni bulmalı…
Günde kaybolup, arta kalmışım.
Akşam güneşi gibi,
Gelip almışım soluğu bir akşam kahvesinde!
Yan masada, üç beş emekli,
Hayattalar halen ve geçim derdinde…
Önümde bir gazete,
Hiç solmasın gönlünüzün maviliği
ruhunuzun güzelliği
dağısın kara bulutlarınız
çoğalsın mutluluklarınız
NOT: Size arkadaşlık isteği yolladım. İsteğimi kabul ederseniz sevinirim.