1971 Siirt doğumlu. ilk ve orta öğrenimini Siirt'te tamamladı. 1995 yılında Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümüne girdi. "Türk Müslümanlığı Tezine Eleştirel Bir Yaklaşım Denemesi" adlı bitirme teziyle 1999'da mezun oldu.
Aynı yıl Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Ana bilim dalında yüksek lisansa başladı.
2002'de 'Türk solunda yerlilik sorunu: Birikim Dergisi Çevresi Örneği' adlı teziyle yüksek lisansını tamamladı.
2008' de girdiği Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Da ...
Sonradan okuduğumda kendime oldukça yakın bir düşünüş tarzı olarak sıcak bulduğum Illich’in “Okulsuz Toplum” tasarısına hayranlık duymamı sağlayacak sürecin tohumlarını daha ilk okula başlarken atmıştım.
Her Türk vatandaşı gibi veya modernliğin doğası gereği; birey, vatandaş olmam, sosyalleşmem için, kimlik ve statülerime ulaşmam, toplumsal rollerin en iyisine kavuşmam için artık bu literatüre girebilecek her şey için okumam gerekiyordu.
Babamla ilkokul müdürünün odasına girdiğimizde gördüğüm, sert hatlara sahip bir devlet görevlisi ciddiyetinde kalın ve siyah çerçeveli gözlükleri ile ve de iri gövdeli müdürün zoraki gülümsemesi ile “hoş geldiniz” demesiydi. “Hoş bulduk.”
Kısa pantolonumun açığa vurduğu bembeyaz bacaklarım ilgi konusu olmuş gündemi belirlemişti. Bacaklarımın sütbeyaz görüntüsü hakkında diğer öğrencilerin bacaklarının mukayese edildiği uzun bir faslın sonunda okula babamın “eti senin kemiği benim” sözüyle kaydım yapılmıştı. Bu enteresan diyalogun ben o zamanlar müdür bey’in velilerle sıcak diyalog kurmak için geliştirdiğini düşünüyorum. En azından benim üzerimden yapılan et ve kemik alışverişi ile bir ilgisi yoktu bunun, sanırım…
Okula kaydımdan önce ağabeylerim ve ablalarımdan okulun nasıl bir cennet olduğuna dair duyduklarım ve onların okul yıllarından hayal meyal hatırladıklarım okula gitmem konusundaki şevkimi artırmıştı. Et ve kemik bahsi üstüne üstlük beyaz bacaklarım beni o yer hakkında kuşkulandırsa da….
Ağabeylerimin ve ablalarımın okuldan getirdikleri çeyrek ekmeklerin ve sütlerin lezzeti yokluk günlerimizi teselliye boğan bir işlev görüyordu. Okulda kendilerine verilen bu gıdalar o dönem öğrencilerinin sağlıklı beslenmelerini isteyen siyaset anlayışının bir gereğiydi. Sağlıklı beslenme alışkanlığının kazanılması için devlet eliyle yapılan bu teşvik, devlet malına karşı iştahı kabartmış “devlet malı deniz yemeyen keriz” özdeyişinin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Bu konuda doğru düşündüğümden emin olmasam da bana bu da önemli bir sebep gibi gelmiştir.
gitgide derinleşen sızıların bahanesidir şiir
koyup gitmek vardır kendini kırlara
diogenes'in alçak ve küstahça sırıtışı
Nietszche'nin dokunaklı türküsü olmasa
hepimiz katil miyiz ne? o mu biz mi? soruları arasında
bir vicdan rahatlatıcı şarkı uydursak ta kurtulsak
Hayata sımsıkı tutunun Ey azimliler,
Her gün biraz daha! dedirtecek yaşamaklarla,
Hep biraz daha güzelleşecek zamanlar düşleyin…
Hayatın size yanaşan neyi varsa,
Kimi varsa sırnaşacak,
1-
Dargın bir cesetle çürümek ne kötü
günler çürüyerek çocukları büyütecek
2-
Mezar taşı ve ceset ne uzaktır birbirine
büyüyen ve büyüten bir ağrıdan ibarettir belki de hayat
Biz ki hazan mevsiminin tohumlarıyız
Soluklanıp dursak da her dem bu hayatta
Her nefesimizle ürkütürüz kırlangıçları
Bir solgunluk daha süslese de sözlerimizi
Hep bir yanıyla arkamıza bakar gözlerimiz
“İnsanların sizinle ne kadar az ilgilendiklerini bilseydiniz, onlar için gösterdiğiniz tüm çabaların ne kadar gereksiz olduğunu anlardınız.”
Diyordu okuduğum bir kitapta ismini hatırlamadığım birisi…
Fakat yaşam koşuşturması içinde, içine girilen ortamlar, diyalog kurulan insanlar ve bu yüzden takınılması gerektiği düşünülen tavırlar insana aslında çok da tanıdık gelen bu düşünceyi unutturuveriyor bir anda. Ve sahte bir surat takınarak, bizim olmayan davranışlar ve fikirlerle beraber yürümeye başlarız. “Bu ruha bu beden, bu bede bu ruh ters…” durumlarını yaşarız, adeta. Giydiğimiz onca elbise içinden, taktığımız bunca maske arasından kendimizi bir daha ulamamacasına kaybederiz. Bizim olanı, biz olanı aramakla geçer bunda sonraki ömrümüz. Ve kaybolmak hissi, terk etmeyen tek sevgilimiz bizim…
Bu duyguları yoğunlukla yaşadığım yerler oldu benim için, gittiğim ilk büyük şehirler; İstanbul, Ankara, İzmir ve Sakarya gibi….
Sözgelimi bindiğim bir otobüste ilk zamanlar yadırganmayacak bir oturuş şekli, insanlarla kurulacak ilişkilerin sınırları hep düşündürtürdü beni. Girdiğim, kapalı bir mekanda oturanların beni beklediklerini ve herbir çift gözün beni izlediğini düşünürdüm.
O zaman maskeleri olanca hızla takacak manevra kabiliyetim de gelişmemişti. Psikolojiden öğrendiklerim sonradan imdadıma yetişecekti. Savunma mekanizmaları gittikçe hayatımın bir parçası ve onu kolaylaştıran dostları oldular. Kah pollyanna’ydım kah mantığa bürüyen, eşekten düşüşünü “zaten inecektim”’lerle açıklayan bir tuhaf olup çıkmıştım.
horlanmış
bir çocuğun
hüznü sinmiş geceden,
heceden ve sözden
silinmiş
Bir karaltı, bir sızı
bir de buğu gibiydi örtüsü,
izini sürerken buldu çocuklar,
Yanaklarından süzülen hüznü sildiler ilk yokluğunda.
Terleyen bir esinti ile dokunduğunda onlara sabah,
Bildiler ki çocukluk,
1-
İçrek bir yenilgi büyütüyor şehvetimizi
dalarken solgun dudaklarımızla ölgün ağızlara
gölgelerin hüznü süzülüyor sonra saçlarımıza
bir salyalık son bir nefes bırakıp
gönlümüze keşkelerin hayıflığını düşürüyorlar.
Ey yolcu,
artık dolaştırıp duramazsın atını kırlarda,
Çünkü kırlar yok artık.
Her gün düşlediğin,
0 Yemyeşil baharların üzerinden asırlar geçmiş.
Eski serüvenlerden birtakım kırıntılarla azıklanmak da yok,
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!