Hayallerimizde renkli duran bir dünyamız vardır. En sıkıntılı zamanlarda onu düşleriz.
Sevgiler ürkütünce bizi, ve biz ürkütünce sevgilerimizi, kaçar birden kaybederiz onu.
ve Tek tek renklerinin solduğunu görürüz onun.
Vazgeçeriz çocuk olmaktan.
Uçurtmalar, oyuncaklar, yıldızlar ve çiçekler… anlamını yitirir, büyürüz. Büyüdüğümüz dünyamızda:
“Dünya sevgilinin yüzündeydi ama birden boşalıverdi Kavranmaz artık dünya, dışardan, şimdi.” Deriz, Rilke gibi.
İnsan; önce dünyaya gelirmiş, sonra kendi özünü, kendini nasıl olmak istiyorsa öyle kurarmış.
Palavrabu, kocaman bir palavra…
İnsanın yapıp etmelerinin her açıdan belirlendiğini içsel ve dışsal; fizyolojik, psikolojik, sosyolojik, kültürel, siyasi, ekonomik vs…her açıdan belirlendiğini biliriz.
Sartre’ın özgürlükçü, varoluşçu, existansiyalist düşüncesinin büyüsünü bozan yığınla örnek bir o kadar da deneyimimiz var. Hem bireysel hem de toplumsal üstelik evrensel ölçeklerde şahit olduğumuz pek çok olay, olgu Sartre’ın palavrasını ifşa ediyor. Özgürleşmek, varolmak teraneleriyle devam eden bir palavra Sartre’ınki.
Hümanizmanın Aydınlanma üzerinden, sanayi devrimiyle paralel olarak kapitalizme evrilecek çılgınlığı “tarihin öznesi” adı altında pazarlayan ideolojisi, Sartre’ı bir pazarlamacı olarak üçüncü dünya ülkelerine ve küresel ölçekte 68 kuşağına bir kurtarıcı Mesih olarak sunuyordu.
Stoacı etik anlayışı, özne fikrini reddeden; doğal düzende ve bu düzeni icra eden kaderin işleyiş sürecinde insana sadece tevekkül rolü veren berbat bir knum önerirken; Hümanizma, tanrısal donanımlı bir insan inşasına girişiyordu. Biri uçan, diğeri çukurunu kazan iki insan portresi çiziliyordu iki anlayış tarafından. Bu gelgitler içinde yaptığımız okumalar; kah uçuran kah süründüren bir ruh hali bırakıyor bizde.
Duruldu, artık sakindir bu limanlar ey yolcu!
Bir fırtınayı daha karşılayamaz
Han gibi gördüğün bu kalpler kırık döküktür.
Durulmaz ki kıyısında her şehrin,
Dost gibi gördüğün insanları bölük pörçüktür.
-G-
Gün Gelir Gözler GölGeler Gülleri
Günler Göze Gelir Gözletir Güzleri
-S-
Kurban Dile Gelse...
Bu sefer, son bir kez ve ilk defa, bu kurbanınla,
'adanmış bir hayat getirdim sana' diyebilecek misin O'na,
aldanmış olduğun onca hayattan sonra...
Boynunu büküp O'nun karşısında durabilmeyi,
“Koyu mavi” bir sayfasının son satırlarında
gezinirken
Kurşuni renkli dünyaya
mor bir bakış fırlattın son defa.
Kime, neyin mesajıydı bu anlamadığımız
Dediler ki
suskunluk ölüme çağrıdır
yanılmadılar
İşte sustum ve beni kefenlediler
Yıldızların hışmı kalmadı üzerimde
İnsanların anılarında bir hayıflanmayım
Bir kadife desen çizdim düşümde
leylak rengi ağır bastı
çizgiler sekerek kurşuni renge büründü
renklendi düşüm, yola çıktım
çıkınımda kalemim, heceler dizdim
deste deste karanfiller bezedim dizelerimde
Bir keresinde tanıştığım akademisyen bir bayandan ailenin kaçıncı çocuğu olduğumuzla hayatta bulunduğumuz, aldığımız ve alacağımız roller, pozisyonlar arasında derin bir ilginin bulunduğunu öğrenmiştim. O’na göre, kalabalık bir ailede sondan ya da baştan ikinci çocuk olmak, hayatta fark edilmeyecek, sıradan birisi olmayı yeğleyecek tavırlar, tercihler sergilemeyi beraberinde getirir. Ve böylesi tiplerden mükemmel memurlar yetişirmiş. İşini yapan –ne çok iyi ne de çok kötü- tiplerdir. Çünkü, işlerini çok iyi veya çok kötü yaptıklarında fark edilmekten korkarlar.
Bayan tam isabetle haklıymış. Nitekim ben de yedi çocuklu bir ailenin sondan ikinci yani altıncı çocuğuydum. Kişilik gelişimimi derinden belirleyen bu durumla ilgili bu tespit o gün bugündür kafamı meşgul ededursun genetiğin benden yana olduğunu şimdi daha çok hissediyorum. Hiçbir şey olmamaktan ve hiçbir şey yapmamaktan dem vuran bana bu durum oldukça avantaj sağlıyor.
Hakikaten bu durumu okul yıllarlımın çoğunda hep gözlemledim. Tüm çocukluğumda bunun izleri görülür. Amca çocuklarımla oyunlarımız sırasında, gezme ve eğlencelerimizde asla ele başı olamadım. Okulda parlak başarılarım olmadı. Mahallede, işyerinde, evde hiçbir yerde parmakla gösterilmedim. Fakat pek çok olayda bu geri çekilmelerime, arkada kalışlarıma rağmen bazı olaylarda da kabağın başıma patladığı çok olurdu. Sözgelimi ilkokulda kendisine parmak atılan bir kız sıraya geçirilen sınıftaki erkeklerle yüzleştirilirken, işi yapan olarak parmağıyla beni göstermişti, çünkü tehdit dolu bakışlar parmağı bana doğru yönlendirmişti. Bir keresinde de bir eve kaçan topumuzu almaya girdiğimde “evde hırsız var” yaygarasıyla bir araba dolusu sopa yiyen yine ben olmuştum.
Kimin üstüne bu kadar yapışmış ve kime yakışmıştır
Ve neden insanların üstünde hep iğreti bir elbise gibi duruyor hayat?
Bir gülüşün bir baharı soldurmadığı
Salıncak bir hayatın üstünde kimsenin gidip gelmediği
Bir ezginin, ağrıyan yerlerimize bir ürperti daha bırakmadığı
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!