iki elim vardı
sağa - sola çalınıp durduğum
biri kör kuruş
öteki topal barış
ikisini de doğradım kökünden
dünya salatasına
buradan gidilecek
şaka-yelken borda-bahar tüy-teber
kahkahalar teleferik
samanyolu kerteriz
bir binliğin zirvesine bodoslama
damlama dizgesi bu
uzun uçuş garanti
bir hoşluktan doluyor ki
akşamı da hazır haydut
uğrun uğrun uçlarından sol göğsüme dım!
sonrası ateş olimpiyatı
Ben şiiri, insan varoluşundan ayrı bir varoluş olarak görmüyürum. İnsanın serüveninden ayıramıyorum. Sonsuzluğu bilinemez bir 'ne idüğü belirsizliğe' gönderemiyorum.Sonsuzluk bugündür ve alabildiğine ağır ve acıdır. 'Sonsuzluk' da tanımlanabilir ve ne yazık ki bugün sonsuzluk kavramıyla sanatın ve insanın götürülmek istenildiği yer insanın doğasına ters yörüngelerdir.
Şiirin kendine olan sorumluluğu yaşama vereceği en iyi ve anlamlı yanıttır. 'Kendi' etiyle, kanıyla insanın serüvenidir.İnsanın bugün getirilip bırakıldığı yerdir.Şiir kendi varoluşundan(insandan) koptukça değersizleşip leblebi- çekirdek muhabbetine meze olmaktan öteye gidemeyecektir. Ha, zaten istenilen de bu deniyorsa; katılırım,açık konuşmak herzaman daha iyidir.
Şiir ve şair tedirginliktir, hep rahatsız olma halidir.Arama, bulma,bulduğunu tanımlama ve üst-dil haline getirme, sezme, dünyaya ve insana dil içinde en güzel giysiler giydirme rejimidir.İnsanı(kendini) güzelleştirme ve inceltme dinamiğidir.Böylece büyük bir sorumluluktur.Tersini söylemek şiire ihanettir.Bugün insanın geldiği yerde şiir hiçbirşeyi rahat bırakamaz.Çünkü hiçbir şey 'rahat' değildir.Yaşama ve insana dair herşeyi sarsmak ve dönüştürmek zorunluluğu gibi bir dayatmayla karşı karşıya bulunmaktadır, şiir.Tersi kendisiyle birlikte sanatın da çürüyen çağın enkazı altında kalmasıdır.
sesini yanıma düşür
bahçıvanın olurum
güzel uzunlar açar
gün takarım kulaklarına
yüzüne yıldız serperim
duruşu destan olur
kurşun damlalardı
ağırdı alabildiğine
vurdu boynumu kırdı
önü sütliman
ardı tayfundu
yelken bile açamadan
kurşun damlalardı
ağırdı alabildiğine
vurdu da kırdı boynumu
önü süt liman
ardı kayalıklardı
cepken bile açamadım
Gel seninle bulut nikâhı kıyalım
sen şimşeklerini aç
ben yıldırımlarımı
birer gök gürültüsüyle imzalayalım
sağanlar tanığımız olsun
fırtına sigortalı
Nasıl denir? Yapı’nın araç ve olanaklarıyla yapı’nın içine dalıp, ortaya yeni bir yapı oturtma girişimi.Rengi, dokuyu, kokuyu, biçimi, ilişkileri sesle; sesi, tınıyı sözle karşılayıp dışlaştırma düzeneği… Şiir: Dil’in taşıyabileceği en ağır yük… ya da ondan kurtulma biçimi…
Adlandırma önemlidir. Evrensel gerçeğin kapısını ad anahtarıyla açmıyor muyuz? Varlıklara, onlara birer ad vererek ulaşmıyor muyuz? Canlı – cansız her şeye adlarıyla seslenerek ilişmiyor muyuz? Dağa dağ, suya su, başımızı döndüren sarhoşluğa ten kokusu deyince öyle olmuyor mu! O vakit soyutlama önemli…Varlıkların anlağımızdaki yansıları… Şimdi tasarım aşamasına mı geçiyoruz ne! Şeylerin yerlerinden, biçimlerinden, anlam, ses, sezgi, çağrışım …trafiğinden hoşnut değil miyiz? Bunları yenileriyle değiştiremez miyiz?
İmge: Var olana; dokusu, dikişi hesaba, kitaba gelmez urbalar giydirip yanar – döner bir aynanın karşısına dikme… Gerçeği, gerçeğe beğendirme inadı…Aynadaki güzel’in, karşısındakine yaptığı nanik! Eskiyi, hoyratı, çirkini; tasarlanabilen en iyi, en güzel ve en çılgın kendi’ne gönderme estetiği…
Kuşatan gerçekliğin işlenilip, yorumlanarak yeni ve daha farklı, daha güzel ve daha çarpıcı bir gerçeklik olarak yaratılması girişiminde en başat hamle çıkarsama / soyutlama ve imgelem kıvraklığıdır. Bu konuda başarı ya da başarısızlık yeni gerçekliğin kaderini de belirler.
Hepimiz şiire yeni başladığımızda günlük dilin; oradaki anlatımcılığın ve sıradanlığın eteklerine asılı kalmışızdır. Yeni ve farklı şiirler okudukça ve daha çok şiir yaptıkça, ağır ve görünür biçimde söylemimizi özelleştirmeye ve biricik / bize aitlik yerine yerleştirmeye başlamışızdır. Ama bu, zorlu bir süreçtir ve sancılı, çilelidir. Çok şiir ve şiir üzerine okumayı, nesnel dünyayı yansıtma, yeni bir “ dünya oluşturma” çabamızda bize yaşamsal yardımlar sunan bilimleri araştırıp, az- çok öğrenmeyi zorunlu kılar. Hele de felsefe, tarih, doğa bilimleri, insani bilimler vb. Yoksa bizi kucaklayan gerçeklik içindeki renkleri, kokuları, sesleri, biçimleri, ilişkileri …nasıl soyutlayıp, onlara yeni giysilerini giydirebilir ve yeni bebeler olarak sokağa salabiliriz! Üstelik de herbir niteliğin, yeni güzellik içinde, dengeli ve yerli- yerindeliğini sağlamış olarak…Dengeli, uyumlu ve ölçülü; daslı- darımlı olmasının ona, yeni yaşamında ne büyük avantajlar sağlayacağını bilmiyor muyuz!
Elbet, bazı durumlarda da bu denge; bir nitelik öne çıkarılarak, baş üstü yapılarak, bozulur. Bu da; dış gerçekliğin , bizi sıkan ve ona saldırıp yeni bir “ durum “ olarak yaratmamız için kılıçlarımızı alınlarından kaşıyan habis urlarının desibel ölçütlerine bağlıdır. “İnsan içlerinden” sökülüp atılması gereken bölgeler kalemimizin cerrahi marifetleriyle kaygılarından sonsuza dek kurtarılır. Burada, praksisin dayattığı öncelik şairin duygu ve çağrışım evrenini doldurur. Yine, insani iyilik ve güzellik için, yaratma sürecinde şairin bazı kaygıları ön alır ve sanat ürününde de bir, ya da birkaç yön öne çıkarılır. Belli bir ideolojik görüşe, felsefi inanca “ fazlaca bağlı “ şairlerde rastlanan bir durumdur ve başarısı da ulaşabildiği hedef kitlesindeki düşünce ve yorumlayış /davranış değişikliğindeki başarıyla ölçülür. Nazım Hikmet, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Enver Gökçe, Ahmed Arif, Vladimir Mayakovski … gibi şairlerin bazı şiirleri böyledir. Belki onlar içinde devindikleri nesnel durumun ivedi zorunluluklarını şiiri de aşan bir “gerçek “ ve dayatma olarak gördüler ve sanatçı ıralarının kendilerine yüklediği “görevi” yerine getirdiler. Zaten sanat da her yönüyle insan için değil mi!
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!