305.
Öfke geçiyor. Korku geçiyor. Acı geçiyor. Zaman da. Ve başka şeyler de elbet. Her şey zamanla geçiyor ve zaman da her şeyle geçiyor. Geçenlerde bindiğim taksinin şoförü otuz beş yıldır taksicilik yaptığını söyledi bana. Aşağı yukarı yaşım kadar. Abi dedim, hiç mi sıkılmadın? Güldü, yok dedi. İlk bir kaç ay sıkılırsın, ilk bir kaç yıl bırakıp gitmek istersin, ilk on yıl para biriktirip başka bir iş kurma hayali kurarsın. Otuzuncu yıldan sonra ise bıçaklanmadan eve gidebildiğin her sabah için şükredersin..
306.
Tabi başka şeyler de girdi araya. Acıkıyor insan, uykusu geliyor.. Ben de yemek yedim, uyudum, kitaplar okudum. Ama bunların hepsini aradan çıkarır gibi yaptım. Hızlı hızlı yaptım. Az yedim, çok uyumadım, kitaplara da eskiden olduğu kadar hırsla saldırmadım. Benim asli görevim seni sevmekti, hiç aklımdan çıkarmadım. Ciddiyetimi hiç kaybetmeden sadece seni sevdim. Başka her şeyi ‘aradan çıkardım’. Ciddiye almadım hiçbirini..
307.
Çok yakın olduğunuz biri ölür bazen. Cenaze törenine (cenaze töreni! , ne rezil laf) insanlar gelir. Ve ekseriyetle aç gelirler. Onlara pide yaptırmak gerekir. Bu görev genelde yaşı kısmen genç, soğukkanlı görünen mefta yakınlarından birine düşer. Dayım öldüğünde bana düşmüştü mesela. Camide namaz kılındıktan sonra babam usulca kulağıma eğilip “pide işini hallet” dedi. Ben de kardeşimi alıp yanıma pide işini halletmek üzere pideciye doğru yürümeye başladım. Gözümde sıkışıp kalmış yaşlarla. Bir ara dönüp arkamı “siktirip gidin lan hepiniz, dayım ölmüş lan benim sizin de pidenizin de. mına koyarım şimdi, gidin evinizde yiyin! ” demek geldi. Yapamadım. Dayım ölmüştü. İnsanlar pide bekliyordu. Ben çok üzgündüm ama insanlar da çok açtı. Babam bana pide işini hallet demişti. İçimi çeke çeke pideciye gittim. 150 pide 150 ayran… Ama çabuk olsun abi benim dayım öldü de… Bir de kredi kartı geçiyor mu?
308.
Pavyonda çalıştığım yıllarda (dostlarım bilir üniversitenin ilk yıllarında pavyonda çalışmıştım, vestiyerde duruyor gelenin gidenin ceketini paltosunu alıp veriyordum) şarkıcı Pervin abla vardı. Her gece mutlaka bir tane Bergen şarkısı söyler ve söylerken de muhakkak ağlardı. Bir gün dayanamayıp sordum “abla madem bu şarkılar seni bu kadar üzüyor neden her gece söyüyorsun” diye. “Üzülüyorum be sosyolog (pavyonda lakabım sosyologdu) ” dedi,” kadersiz kadın bok yoluna öldü gitti. Ben de her gece bir şarkısını söyleyip kendimce anıyorum işte. Orospunun fatihası da böyle olur ne yapayım! ! ” Önce Pervin ablaya baktım sonra önümde duran Giddens’ın Sosyolojiye giriş kitabına.. Sonra dedim ki,” Allah kabul etsin be ablam..”
309.
Anne, ben olmamışım beni bir daha doğur!
İçimden yağmurlar geçsin gölgende kurulanayım
Kandırıldığım ne varsa hepsi tedavülden kalksın
Anne, sen her şeyi bilirsin, İzmir bize çok mu uzak?
31.
Neyin var sorusuna verilen 'hiçbir şeyim yok' cevabı kadar yürek burkan bir şey olamaz zannımca. 'Hiçbir şeyim yok' sihirli bir sözcüktür aslına bakarsanız. Cümleyi kısaltıp 'i'si uzatılmış bir 'hiiiç' gibi de kullanabilirsiniz. Yine aynı çok anlamlı etkiyi yaratır. Hatta öyle kullanmalısınız yoksa karşı tarafta eşcinsel olduğunuza dair şüpheler oluşabilir. Türkçe'nin en büyük problemi de bu işte. Konuşma dili, yazı dili gibi kullanıldığında çok sevimli bir algı çıkmıyor ortaya. Mesela arkadaşınıza 'ben akşam sizin yanınıza gelmeyeceğim, evde ailem ile birlikte yemek yiyeceğim' yollu bir şeyler söylerseniz adamın kafasından muhtemelen şu geçer. 'Gay lan bu.' Neyse konu bu değil şimdi. Konu şu. 'Hiiç' dedğinizde bundan iyiyim bir sıkıntı yok anlamı çıkar, ya da pek çok insan öyle düşünür. Ama ağızdan çıkan gerçek anlamıyla yorumlandığında, ortaya çıkan tablo bir insanın tanık olabileceği en büyük kişisel trajedidir. 'Hiçbir şeyim yok..' Hiçbir şeyim kalmadı der gibi.. Hiçbir şeyi olmayan bir adamdan daha trajik ne olabilir ki?
310.
…
Olmak istediği yerde olamayan herkes, biraz acıklı biraz da komik (he amk he trajikomik derler ona, çok biliyonuz!) bir gülümsemeyle dolaşır sokaklarda. Özellikle Ekim’de, özellikle yağmurun yağmak isteyip de yağamadığı zamanlarda, özellikle çok popüler olmayan bir Müslüm Gürses şarkısı mırıldanarak, özellikle mutsuz, ekseriyetle nereye gideceğini bilmeyerek, bilhassa da kendisi dahil hareket eden her şeye, hatta hareketin kendisine küfür ede ede…
Yirmilerimin sonunda bırakmıştım kendimle hesaplaşmayı. Allahın ve annemin benim için öngördüğü hayata eyvallah diyerek, ikisinin gölgesine sığınıp kaderime razı olmuş; kitaplarımla, oyuncaklarımla ve iki gecede bir içtiğim bir kaç kırmızı tuborgla kendime yalandan bir mutluluk sığınağı inşaa etmiştim. Kendimi kandırmışım, otuz altı yaşıma bir gün kala fark ettim (doğum günüm üç ekim)
311.
Standart güzel algısıyla kafamdaki güzel algısı kesişmedi hiç. Eksiklik bendedir kuvvetle muhtemel. İnsanın kendisi çirkin, muhayyilesi fakir, imkanları sınırlı olunca estetik yargıları bile bi sikime benzemiyor. Schopenhauer buna ‘normal’ der, Nietzsche ‘köle estetiği’ der, Platon ‘güzellik ideasından nasiplenmemek’ der, Marx ‘proleterya alt kültürünün aşağılık kompleksi’ der, Baudrillard ‘Simulakra’ der (Baudrillard zaten her şeye simulakra der!) , Georges Perec ‘abi istersen bunları unutalım’ der, annem ‘annem benim sen ne güzel şeysin’ der, Veysel bir şeyler der ama ben anlamam, Babam hiçbir şey demez! Ve ben bir tek babamı anlarım. Babam benim, güzel babam. Dünyanın en güzel hiçbir şey söylemeyen adamı. Öyle işte. Mühim bir mevzu değil elbet lakin kayıtlara geçsin istedim. Rakıdan mütevellit..
312.
Nerede olursam olayım
Duyunca yağmurun sesini
Sokağa atıyorsam kendimi
Düşün artık içimin kirini
313.
Yapraklar birikmiş kapımızın önüne
Süpürmeye kalktı annem
Sakın dedim, süpürme anne!
Yağmurla gelen güzeldir, yağmurla beklenen güzel




-
Ömer Tuğrap Konak
Tüm Yorumlarfcgyjntyhthy