273.
Haksızlığınızdan dem vurup, sürekli haksızlık yaptığınızı söyleyip, bunu durmaksızın yapıp sonra haksızlık ettiğinizden şikayet etmesi. Mağdur mağruriyeti gibi görünen şeyin aslında mağrur mağduriyeti olması. Aslında sana dair şikayet ettiği ne varsa hepsine farkında olarak ya da olmadan (ki bu nasıl fark edilmez, nasıl bir bilinçaltıdır?) sahip olması. Neredeyse incitme ve yaralama mütehassısına dönüşmüşken incinmekten ve yaralanmaktan söz etmesi. Seni öfkeden çıldıracak hale getirene kadar sabırla ve bıkmadan bıkmadan bıkmadan uğraşıp, sonra o noktaya gelip delirdiğinde yaptıklarını parmakla gösterip " al işte aslında sen busun" demesi... Oğlum biriniz de şaşırtın lan! Biriniz de şaşırtın beni!
274.
Yalnızlık, kişinin sahip olduğu kitap sayısıyla ölçülebilen, tercih edilmiş bir 'uzak durma' faaliyetidir..
Gerçek aşk, hiçbir şey yapmamaktır. Bir şeyler yapmak kolay; aramak, ağlamak, yalvarmak, kızmak, yalan söylemek dünyayı yerinden oynatmak.. Zor olan,bunların hepsini yapmaya gücün yetecekken hiçbir şey yapmamaktır. Beklemektir zor olan, herhangi bir beklentiye sığınıp yaslanmadan beklemek. Hiçbir şey ummadan, hiçbir şeyi değiştirmeye kalkmadan, gücünü sadece masumiyetten alan ve sabırla beslenen.
Böyle zamanlarda eşya hayatla aranda bağ kurulmasını sağlıyor. İki kişilik kullanılmış tren bileti, yapım aşamasında yarım kalmış bir ney, bir zamanlar gerizekalı bir süs muamelesi yaparken en kıymetli eşyan haline gelen duvardaki dart, galata kulesi kartpostalı, yemek sonrası verilen küçük mor lokantacı şekeri, renkli fotokopi bir vesikalık resim, çantada muhafaza edilmiş alakasız bir kitap, Mcdonalds'dan alınan kredi kartı slipi, boş votka şişesi, boş ıce tea mango kutusu, boş Winston paketi ve dünyanın en güzel misketi.. Ve tüm bunlarla dolu bir oda. Beklerken hiçbir şey yapamadan, dua ettiğin kutsal objeler haline geliyor nesneler ve odanın kendisi..
Ve uzaktaki eşya. Anları anı haline getiren ve hatırlandıkça katlanmayı zorlaştırıp beklemeyi kolaylaştıran eşyalar. Şu an seninle olmayan ama diğerlerinden hiç ayıramadığın eşyalar. Belki birgün bir araya getirip anıları birleştirmeni sağlayacak olan eşyalar. Sigara jelatininden mamül dünyanın en korunaklı yerinde saklanan galata kulesi maketi(ki külahını yapmak -bir kaç tuhaf girişimden sonra akıl edilebilen- çok yaratıcı bir hamleydi) ,cafede yıllardır duran ve muhtemelen kimsenin dikkat etmediği ve ihtimal kimsenin bakıp gözlerinin yaşarmasına neden olmayan bozuk gramofon ve onun artık nerede olduğu bile bilenmeyen karakalem resmi, başka bir ankara-eskişehir gidiş dönüş tren bileti, olmadık bir yerde koparılıp kurumaya bırakılmış bir gül, yeni baskı bir Salinger kitabı(Gönülçelen) , sendeki Galata kulesi kartpostalının bir eşi, içi dışı kara bir paket karanfilli sigara..
Ve mekanlar tabi. Zamanın durduğu, gidildikçe hep o anları yaşatan ve dayanmak zor olduğundan mecburen uzak durulan ama bir şekilde hep etrafında dolaşılan mekanlar. Oralarda oldukça acı veren, ama çok uzak oldukça da her şeyin tamamen yitirilmesi demek gibi bir şey olacak olan yerler.. Çocukluğunu, sevdiklerini, hayallerini, duygularını Perec ve Oğuz Atay eşliğinde en sevdiğine servis ettiğin teras barı, onu beklerken her dakikanın bir saatte geçtiği cafe, yıllarca şehrin gürültüsünden kaçıp kafa dinlemek için gittiğin ve artık bambaşka bir şey demek olan kenardaki park ve onun yukarıdan dördüncü aşağıdan üçüncü bankı, dünyanın en güzel uykusuzluğunun yaşandığı kuşetli istanbul treni, hangisinin gerçek olduğu konusunda türlü münakaşalara girdikten sonra karar verilip girilen ve yemek gelir gelmez çakma olduğu anlaşılan sultanahmet köftecisi, son anda koşarak yetişilen ve 360 derece dönerken bile yüzündeki gülümsemeyi silemeyen lunaparktaki ölümcül makine, sinema tarihinin en rezil filminin büyük bir keyifle izlendiği sinema salonu, İstasyonun yanındaki trene binmeden son trenden inince ilk sigaranın birlikte içildiği çiçekli ağaçlı taşa oturmalı dış bahçe, binbir nazla geçilen üst geçit(bilen bilir oradan geçmek epey bir iştir) ,tavla oynanılan ve yenilince mahsustan küsmecilik oynanan çay evi, v.s... Ve odam tabi, odamız.. O kadar çoklar ki. Ama hepsinin yaşattığı duygu ortak. Hem en güzel anları oralarda yaşamış olmanın hatırlanmasıyla yüzde beliren tebessüm hem de o anları yitirmiş olma ve bir daha yaşayamama ihtimalinin verdiği acı. Tebessüm ve acı sadece anlar ve mekanlar birlikte hatırlanınca bu kadar yakışıyorlar birbirlerine. Keşke mümkün olsa da eşya gibi mekanları ve anları da bir odaya toplayabilsek. O zaman büyü yapmak daha kolay olurdu belki..
En başta inanamamak. Hiç ihtimal vermediğin birşeyin kolayca oluvermesi. Ve neredeyse şaşkınlıktan sevinmeye vakit bulamamak. Bir taraftan onu haketmediğini düşünmenin yol açtığı kendine güvensizlik diğer taratan ise hiç alışık olmadığın güzellikler. İlk buluşmanın çocuksu heyecanı, trenden ineceği saati beklerken oynanan sevimli zaman hesaplaması oyunları, saatlerce ne yesek telaşına düştükten sonra aynı anda dillendirilen "yemek yemeyiverelim" keşfinin yol açtığı inanılmaz rahatlık, yağmur yağarken saçak altında geçen zamanda sigara içmekle öpüşmeyi aynı ana sığdırmaya çalışmanın kaçamak telaşı, mantıyı sarımsaksız salatayı soğansız yemenin tarifsiz lezzeti, kalkmasına az zaman varken ve anlatacakların hiç bitmeyecekken önündeki son yudumu içmemesi için bira bardağına çaktırmadan atılan yalvaran bakışlar, terlediğini farkederde elimi tutmayı bırakır endişesiyle başka bahaneler bulup kısa süreli elleri bırakıp kot pantolonun arkasında silme hınzırlığı, rüzgarın ağzına soktuğu saçlarını usulcacık çekip çıkarma ve bunu yaparken bir taraftan başka şeylerden bahsedip hiçbir şey olmuyormuş gibi hissettirme çabası, her gecenin son iyi geceleri -her sabahın ilk günaydını,güne onun sesini duyamadan başladığın anların tedirgin edici gerilimi, sigara jelatininden mamül kutsal kulenin başında geçirilen ömrünün en içten zamanları.. Hepsini bir arada hatırlamak mı daha çok acı verir yoksa teker teker hatırlayıp ayrı ayrı acı çekmek seyreltir mi biraz acıyı? Belki de tek bir acı var. Yoğunluğu hiç değişmeyen ve hep aynı şey demek olan tek bir acı. Çok özlemek demek olan, boşluğunu hiçbir şeyle dolduramayacağını bildiğin yitirilmiş zamanları kafanda tekrar tekrar yaşamanın sızısı..
Ama bu haksızlık. Öylece çekip gitmek bu kadar kolay olmamalı. Gücünü yalnızlığından alan ve yalnızlığa alışkanlığını yıllar süren bir çabayla benimseyen birinin hayatına girip,onu kapandığı ve artık şikayet etmediği mağarasından çıkartıp hiç alışık olmadığı bir oyunun ortasında tek başına bırakıvermek. İnsafsızlık. Tamam insan kızar, küser, kavga eder, yanlış bir şey varsa yapanın burnundan getirir. Ama böyle basıp gitmek neyin nesi, insaf. Tamam artık aramaz seni diyerek telefonun sesini kısıp elinin eremeyeceği bir yere koyarken bile on dakikada bir telefonu kontrol etmek ve kendi kendine ben aslında saate bakıyorum kimseden telefon beklediğim yok diyerek yürek burkan yalanlar söylemek; iyi oldu zaten yürümeyeceği belliydi eninde sonunda bitecekti türünden avuntularla uykuya dalıp sonra sıçrayarak uyanmak ve bu zavallı avuntunun aslında seni hiç rahatlatmadığını farketmek; artık hiç işine yaramayacağını bilmene rağmen acı bir alışkanlıkla ve tükenmeyen alışkanlıktan da acı bir umutla 3900 dan 5000 sms almak; bin kere bilmene rağmen artık seni ilgilendirmediğini, kendini kendinden gizli acaba bu saatte o ne yapıyordur diye düşünürken yakalamak; geçen ay bu saatlerde şuradaydık, şu saatte şunları konuşuyorduk, eğer böyle olmasayadı şu gün şunları yapacaktık muhasebesine obsesifce takılıp kalmak; birlikte dinlediğiniz şarkılardan kaçmaya çalışırken mırıldandığını utanarak farkedip yarıda kesmek ama kafanın içinde şarkının devam etmesine engel olamamak; ikinizinde sevdiği yazarların kitaplarını kitaplığın en görünmez yerlerine sokuşturup,göz ucuyla yerlerinde olup olmadığını hızlıca kontrol etmek; nefret etmek için yüzlerce bahane üretip her birine tutundum zannedip bir süre rahatlamak ve sonra hiçbir işe yaramadığını süratle farkedip eskisinden daha beter kahrolmak; ve özlemek.. Hep özlemek; uyurken özlemek, uyanır uyanmaz özlemek, bir şeylerle uğraşmaya çalışıp bir süreliğine unutur gibi olduğunda farketmeden özlemek, hiçbir şey yapmadığın zamanlarda özellikle gece yarısından sonra ibadet eder gibi özlemek, yüzünü görsem bir kere,başkasıyla konuşurken bile olsa sesini duysam yetecek bana dedirtecek kadar özlemek. Özlemenin her çeşidini ezberler gibi özlemek. Yok, olmaz böyle,haksızlık bu..
272.
Yağmura dair söylenebilecek her şeyi birileri söylemiş, yazılabilecek her şeyi birileri yazmıştır. Yine de az gelişmiş bir cümle kurmam gerekirse eğer, iyi yağıyor be mübarek. Bakalım bu kadar kepazeliği temizlemeye yetecek mi gücü?
Ben ömrümde ilk defa boş bakmanın ne demek olduğunu gördüm. Dün akşam ya da yıllar önce. Ne fark eder? Orada, o an ölmüyor ya insan, daha da ölmezmiş gibi hissediyor. Hiç'in ne olduğuyla bir kez yüzleşti mi, kim onu bir şeyleri umursamamakla suçlayabilir? Değer mi dediniz? Onur mu? Aşk mı? Ne? Duyamıyorum? Aşk mı dediniz? Hiç diyorum hiç, boşluk diyorum, boşluğu gördüm diyorum, sikeyim değerini! Al sana Nihilizm'e giriş. Sonra çık çıkabilirsen içinden. (Gerçek bir nihilist olmak istiyorsanız günde yarım saat Cengiz Kurtoğlu dinlemeniz ve farklı saatlerde en az 42 kere ben işe yaramaz bir orospu çocuğuyum diye mırıldanmanız gerekir)
İnsanın canının yanmasından çok daha acı bir şey var, artık canının yanamaması! Orada o an batmadın ya dünya, sana da yazıklar olsun!
Varlığında ben
Karayiplerde korsanım
kılıcımı sana balık tutmak için kullanıyorum
müsade et ellerimle besleyeyim seni
ellerim temiz
ellerim eve ekmek götüren işçi eli..
Ben seni seviyorum ve sanırım toplum buna hazır
Umurumda bile olmaz nükleer denemeler
Bıraktım Nietzsche'yi Kant'ı kafam hiç karışık değil
Ruhum en güzel yaşında ve sen yeterince büyüksün
Kitaplarda tanıdığım tüm kadınlardan güzelsin..
Lanetli Rapunzel'e...
* Hayal kırıklığının uykudaki çocuk ölümleri kadar olağan karşılandığı şehirde sigara külü kadar yalnızım..
* Gölgesine sığındığım ve acımasızca içini boşalttıktan sonra, geri dönüşüm kutusunun içindeki meyveli soda şişelerinin tiksinen bakışlarından kaçacak yer bulamayıp, kendini kendi etiketinden yaptığı iple kutunun kulpuna asıp intihar etmek isteyen bir rakı şişesi kadar yalnızım..
O kadar güçsüzüm ki sesim bile çıkmıyor
Saat üçtür belki dört uyusaydım ya keşke
Uyanmaktan korkmasam yüz yıl uyurum sanki
Ağaçlar, evler, kuşlar bile uykuda
Bir garip, bir tuhaf, bir huysuzum ki sorma.
Sana söyleyemediklerimi bak gaybına söylüyorum
Ben seni severim sevmesine de toplum buna hazır değil
Nükleer denemeler kyoto sözleşmesi küresel ısınma falan.
Belki sen çok küçüksün belki benim ruhum ölü
Biraz Nietzsche biraz Kant kafan karışmış belki
Parlıamanet'i de bozdular tutunacak dalımız mı kaldı?
Pavyonda tanıdığım bilge bir pezevenk vardı!
214.
Son zamanlarda şu tür eleştirileri çok sık alır oldum.”Ülke birbirine girmiş sen hala şiir yazıp, şarkılar paylaşıp, aşktan sevgiden bahseden şeyler yayınlıyorsun hiç yakışmıyor sana vs..”
Yahu siz kafayı mı yediniz? Elbette ki şiirler yazıp paylaşacağım, çünkü şiirlere de şarkılara da en çok böyle zamanlarda ihtiyaç duyulur. İçinde şiir olmayan, şarkı olmayan, aşk olmayan isyan mı olur? Aşkın da sırası mı diye bana çıkışanlar, sorarım size, siz hiç aşık olmadınız mı? Eğer olmadıysanız kızdığınız, isyan ettiğiniz adamlardan ne farkınız kalır? Ülkenin içine eden adamların tamamı kimseye aşık olamamış ve kimsenin kendilerine aşık olmadığı insanlar değil mi bir düşünsenize? Ben en çok bir yürüyüşte ya da eylemde aşık hissediyorum kendimi, sevdiğim kadın yanımda olsun, el ele tutuşup beraber sloganlar atıp şarkılar söyleyelim istiyorum. Ben onu, tıpkı memleketim gibi, dar ve tehlikeli zamanlarda seviyorum en çok. Kimse aklından çıkarmasın abiler aşksız ne devrim olur ne isyan ne başkaldırı.. Evet ortalık çok karışık ve ben inadına aşk diyorum. Dünyayı sadece aşk kurtaracak ve bir kadını sevmekle başlayacak her şey..
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!