Her akşam gün batımı,
Alır buralardan bir şeyle,
Yapraklar fark eder,
Sokaklar fark eder,
Bütün pencerelerde, camlar fark eder,
Gözler,
deniz kızı, denizsiz yaşayamazdı
öldü...
kar topu dayanamazdı güneşe
eridi...
yaşamlar var suçsuz ve lekesiz
özlemden dondu...
Memet,
Ne savaştı,
Ne hayatta başarı sağladı.
Toprağı sürdü.
Toprağı ekti.
Tavuk dedi,
O, yaşanmamış zamanların intikamını almak için dedi ki “her şeyi bırakıp gidiyorum”
Lakin onu bırakmayanlar vardı. O kendisini bırakmayanlara yıllarca yalvarmamış mıydı?
Hani bir geniş acıdan bakıp ta görmek var görmemek istemediklerinizi bile…
Tüm eskimiş gömleklerini hatırladı. Bir anda babasının kendisine palto ne bilmediği bir şeyi,
Palto diye soğuk bir kış günü bitpazarından alıp kendi elleriyle giydirdiğini hatırladı. O palto denen şey ne kadar da ağır gelmişti çocuksu omuzlarına. Oysa o daha ceketin ağılığını bile doğru dürüst tatmamıştı. Bu kadar sokak arasında kaybolup, kaybolup gittiği günleri hatırladı. Ağustos aylarının sıcağında susuz kalmış serçeleri düşünüyordu…
Dedi ki “ah bir saz çalmasını bilseydim. Ah. ” Bilgi de ne idi? Bilginin ne olduğunu bile bilmiyordu. Bilmiyordu, bilgilendikçe insanoğlunun nasıl bir değişime uğradığını. Vallahi de billahi de bilmiyordu. O zamanlar ne kadar saf olduğunu, bu saflığının aptallık mı olduğunu bir türlü kavrayamamıştı. Kavrayamamıştı, peki sonraları kavradı da ne oldu. Aptallık denilen kavramı akıllılar mı ortaya atmıştı. Bu kavram ne kadar da çok tutmuştu. Oysa onun doğduğu topraklarda pek de kullanılmayan bir kavramdı. Bu şehirde her yaşadığı an, an be an aptallaşıyordu. O, insanların yüzünden hızla kaybolan tebessümleri düşündü. Nasıl olur da, bir çocuk acımasızca dövülür, nasıl olurda bir bebek camii avlusuna bırakılır, aptallığı git gide büyüyor ve bu durumların sıklığı ona aptallığını bile utturuyordu. Hele, hele alışamadığı şeyler aklına gelince aptallığına bile seviniyordu. O ne acımasızca gülenlerle güle biliyor, ne de anlamsızca sevinenlerin sevinçlerine ortak olabiliyordu. Sanki kendi halına akan bir dere gibiydi. Onun bütün amacı sağında solunda bulunan ağaçların kurumasına mani olmaktı. Ne var ki bu şehirde her şey fazla olduğu için, bir zaman sonra ağaçların da yok oluşunu çaresizce seyre daldı. Hiç unutamıyordu 1980 seksenli yılların henüz başı idi; Çamlıca tepesinden İstanbul’u seyrediyordu. Bir toprak böyle mi yağmalanır dediğini, bu kentin tüm alanlarına doluşan betonarme soğuk evlerin bulaştığı yerde hiçbir yaşam alanın olamayacağını bu tepe net bir şekilde ortaya koymakta idi. Aslına o, o gün anlamıştı bu kenttin geleceğinin çok kısa bir zaman diliminde yok edileceğini. Ve de neler dememişti ki
saymayacağım daha
geçen günler
ayları
bitti ömrün baharı
bitti ömrün yazları
saymayacağım daha
böyle dedi
ağlayanlar
bırakın göz yaşlarımızı
kemiklerimiz kabza yaptık
tabancaların sırtına.
kara topraklara uzandık
Bir bulanık suydu akan dereden,
Bahar gelmeden,
Bahar geçmeden,
Dünler, neylesin hatıraları,
Bizdik geçip giden, yollardan…
Duymadık mıydı kulakları çınlatan sesi,
Analar
Ağlamasın
Ölen yavruları ardından
Vicdanlar sızlamasın
Masumların göz yaşlarından
Ay öyle doldu ki
Dolunay dendi
Kıymeti kalmadı itibarın
Ve bütün zamanların üstüne fırladı kahpelik
Yosun kokuları arasında ulaştık,
Dereler boyu hayata.
Söğüt ağaçlarının, şarkısıydı kulaklarımızda,
O,
Nasıl özlemdi
O
kutlarım hayatın acı acayip yönleri çok duyarlı kaleme sağlık. rabbim rezillikten ırak eylesin P:PEHLİVAN
kutlarım güzel anlamlı bir şiir okudum tam puan ben PERİHAN PEHLİVAN her yorumda başka ad çıkıyor az önce başka şiirlere yorum yaptım sizin isminiz çıktı şimdi size yorum yapıyorum bu seferde başkasının ismini görüyorum on günü aşkın antoloji bu işi düzeltemedi.
anlamlı olmuş. sevgive ayrılık güzel vurgulanmış. kaleme sağlık.Perihan Pehlivan.